1 Mart 2010 Pazartesi

Erdem bey ve Aynur Hanım kardeşlerin oldukça gereksiz çarpışmaları

Erdem bey ve Aynur Hanım kardeşlerin oldukça gereksiz çarpışmaları

Erdem kollarını yavaşça havaya kaldırıp etrafını saran vızıltılı koyu sarı ordunun onu yerden yükseltmesini sağladı. Aynur onun yükselmesini izledi, “Neden” diye sordu, güçten deliren ve bütün mahalleyi öldüren küçük kardeşine. Erdem burundan bir sesle soruyu tekrarladı, sonra ellerini beline koydu, biraz alçaldı ve alay eden bir ifade ile soruyu ikinci kere tekrarladı. “Neden! Neden ne? Eğer neden sorusunu ortaya atacaksan önce neyin nedenini öğrenmek istediğini belirtmeli ya da karşındakinin bir neden belirtmesini beklemelisin. Soruna bir neden vermemi ister misin? Aynur bakışlarını küçük kardeşinden aldı ve etrafını incelemeye başladı. Bütün sokak cansız insan bedenleri ile doluydu, hepsi Erdem’in küçük, ama olağan üstü kalabalıktaki vızıldayan ordusu tarafından sokularak öldürülmüştü. Aynur kendi kendine bunun yanlış olduğunu düşündü. Bunu düşünmesinin sebebi ailesinin ve komşularının öldürülmesi değildi, onları öldürenlerin aslında öldürmek için değil de çiçekten çiçeğe gezip bal toplamak için yaratılmış olmalarıydı. Neden bal toplamadıklarını sormak geçti içinden ama bu soru Erdem’i kızdırabilirdi, Erdem çabuk sinirlenirdi, kontrolünü çabuk kaybederdi. Aynur kafasını kaldırmadan kardeşine “neden öldüler” diye sordu. Ardından sol elini sertçe kaşımaya başladı. Yaz sıcağı onu terletiyor ve hassas cildi gittikçe daha da çok kaşınmaya başlıyordu. Erdem soruya cevap olarak ellerini kaldırdı, ordusu etrafta uçmaya, vızıldamaya başladı. Etrafı hafif bir serinlik kapladı, Aynur derin bir nefes aldı ve bir süre için nefesini içinde tuttu. “Bu sorunu cevapladı mı?” diye sordu Erdem, ağızından akan kibir havanın kokusunu değiştirdi.

Aynur tekrar kafasını kaldırdı ve ellerini gözlerine siper edip kardeşinin yüzüne bakmaya çalıştı. Güneş yükselmiş Erdem’in yüzünü gölgede bırakıyordu. “Neden onları öldürdün” diye sordu Aynur. Karanlık silüetin yüzüne yavaşça büyüyen parlak ve beyaz bir gülümseme yayıldı, sonra gülümseme kahkahaya dönüştü. Dipten, diaframdan gelen tok bir kahkahaydı bu ve duyan herkesin ne kadar yapmacık ve hazırlanmış olduğunu anlayabileceği kadar iğreti duruyordu Erdem’in sesine. Bütün hayatı boyunca böyle gülmek için hazırlanmıştı Erdem. Elleri belinde, tam anlamıyla bütün dünyaya yukardan bakarak gülen kötü adamı oynamak için hazırlanmıştı kendini. Ne kadar yapmacık olursa olsun şüphesiz bu onun yaşadığı en mutlu iki dakikaydı. Kötü oyunculuk Aynur’un midesini bulandırdı, ama o buna aldırış etmedi. O sırada aklı tamamen farklı bir yere kayıyordu, yeni bir şey fark etmişti ve bu çok küçük, sıradan bir şeydi. Kollarını iki yana açmış gülerken, havada süzülen kardeşinin dini bir ikona benzediğini düşünüyordu.

Aynur için küçük kardeşinin, bütün ailesini ve arkadaşlarını öldürmesinin üzücü bir yanı yoktu. Duygularını hapsetmesi ve boğması onun hayata karşı tek kozuydu. Bilinçaltı her türlü travmaya karşı bir karadelik gibi çalışıyordu. Bu sayede her şeye herzaman dışardan bakabiliyor ve objektif bir şekilde gözlemleyebiliyordu. Bu sayede gidip ellerinden birini kesseniz ya da ailesini gözünün önünde katletseniz bile size sinirlenmezdi, sizi anlardı. Öfke, korku, sevgi, endişe ve geri kalan bütün duygularını kafasının arkasında, sadece biraz daha doldurmak için açtığı bir kutuda saklardı. Ama o kutuyu dolduran bütün bulguları, hayatı güneşin altında asfaltın üzerinde yatıyor ve gömülmeyi bekliyordu. Aynur daha sonra ağlayacaktı, onun bile kendini boşaltmaya ihtiyaç duyduğu zamanlar vardı ve hiç biri bu kadar ağır olmamıştı. Ancak şimdi karşısında başka bir sorun vardı. Yıllar önce çözmesi gereken bir sorundu bu ve o nihayet bunun farkına varabilmişti.

Erdem’in kahkahası yerini kıkırdamaya bıraktı. Yavaşça gözünden akan yaşı sildi ve hafifçe soluklandı, doğruldu ve tekrar o tok dublajlı sesiyle cevap verdi. “Neden mi öldürdüm? Bilmiyorum, sanırım yapabileceğim için öldürdüm. Yüzündeki gülümseme hafifçe silindi ve yerini ciddi bir ifadeye bıraktı. Aynur onun bunu daha önce düşünmediğini biliyordu, ama aynı zamanda onun neden öldürmeyi istediğini ve daha da önemlisi neden bir tek kendini sağ bıraktığını da biliyordu. Küçük kardeşinin sabrı her zaman kısa ve öfkesi uzun olurdu. Ama o bütün duygularını o an harcardı ve bu kadar büyük bir eylem için daha uzun süren bir itkiye ihiyacı vardı. Kısacası Erdem nefret ediyordu, ama neyden? Aynur sorunun kaynağını bulmuştu, ama çözene kadar kardeşini oyalaması gerektiğinin de farkındaydı. Hava sıcaktı, terden deli gibi kaşınıyordu ve karnı acıkmıştı, düzgün düşünemiyordu.

Erdem’in hiçbir zaman böyle bir sorunu olmamıştı. Aynur’un aksine o fiziksel ihtiyaçlarını uyuşturabiliyordu. Bedeninin yokluğunu çektiği bir noktayı duygusal dengesizliği kapatabiliyordu. Ne yapacağı hiçbir zaman belli olmazdı. Eğer ablası dingin bir nehirse o herşeyi önüne katan dev bir tufandı. Kardeşler küçükken de birbirlerinden oldukça farklıydılar. Aynur soğuk tavrından taviz vermemesi sonucundan hep bir başına kalır ve kendini incelemeye verirdi. Bu onun için bir sorun olmazdı, çevresi onu kabul ederdi. O odaya girdiğinde herkes sakinleşirdi, bütün sorunlar bir anda anlamını yitirirdi. Erdem ise tam tersi, her zaman elebaşıydı. Bütün arkadaşları onunla birlikte sinirlenir, onunla sevinirdi. O ne yöne bakarsa başkaları da o yöne bakardı. Onun bilinç altı ablasının aksine bir karadelik değil patlayan bir yıldız, bir süper novaydı. Hiçbir şeyi içine atmaz, hatta başkasına bulaştırırdı. Aklını perdeleyen kaos onu aşar ve başkalarının zihinlerine nüfuz ederdi. Ancak Aynur’un zihnine değil.

Erdem çocukluğunun büyük bir kısmını ablasının yanında geçirmişti. Tek başınayken arkadaşları tarafından nasıl bir alfa erkeğiyse ablasıyla birlikteyken tam tersi sürüden atılmış bir yalnız kurt olurdu. Aynur kardeşinin bütün hezeyanını emiyor ve onu yalnız bırakıyordu. Bunu bilinçli olarak yapmıyordu ve Erdem bunun bilincine asla varamamıştı çünkü ya odasını dağıtmakla ya da hoplayıp zıplamakla meşgul olurdu. Yeteneği doğru düzgün düşünmesine çok nadiren izin veriyordu. Bu yüzden de hiç değişmeden kalan primitif bir yanı vardı. Ancak bedeni olan bitenin farkındaydı, onun kafasının arkasında da parçaları birleştiren bir yer vardı, ancak bu yer ablasınınki kadar hızlı çalışmıyordu. Onun kullandığı mekanizma her parçayı diğer her parça üzerinde deneme üzerine kuruluydu. Aldığı bilgiyi sorgulamaz, tanımaya uğraşmazdı. Bu deneme yanılma sistemi yıllar boyunca hiç yorulmadan çalışmış ve çocuğun ruhunda bir delik açmıştı. Erdem, yeme içme gibi geçici ihtiyaçlarını uyuşturabiliyordu çünkü bunları eninde sonunda karşılıyordu. Ama bu çok daha farklıydı, her zaman göz önünde, sahnede alkışlanan çocukluğunun karşısında duran ablasına karşı kıskançlıkla kendini kesmiş ve oluk oluk nefret kanıyordu.
Aynur bu durumun yeni farkına varabilmişti. Erdem ise hala düşünüyordu ve bıraksanız bir üç sene daha düşünür, sonrasında farkına varır ve bir üç sene de farkına varmasının ne anlama geldiğini düşünürdü. Kardeşinin durumu Aynur için bir şey ifade etmiyordu. Bir an için kendini sorgulamaya başladı, “ben ne yapıyorum, neden yapıyorum? Kardeşim benim sorumluluğunda mı, bütün bu insanlar benim umrumda mı, neden varım, neden varız, neden biz varız? Bu durum onu dehşete düşürdü, çünkü duyarsızlığını yitirmişti, bu duygular onun duyguları değil Erdem’in duygularıydı. Aynur hayatında ilk kez korkusunu boğmakta güçlük çekti. Karnı açtı, terliyordu ve deli gibi kaşınıyordu. Erdem yavaşça alçalırken Aynur’un korkusu büyümeye başladı, yavaşça bütün aklını sardı ve kafasının arkasındaki küçük hücrenin kapısına dayandı. Onsekiz yıllık hayatında biriktirdiği bütün travmaların, duyguların, anıların kapağını açtı. Aynur kontrolünü kaybetti ve dizlerinin üstüne çöktü. Konuşamıyor, nefes alamıyordu. Aynı anda ağlamak, gülmek bağırmak ve bir şeyleri parçalamak ya da sarılmak hatta ikisini aynı anda yapmak istiyordu. Aynur deliriyordu, bütün beyni kaos içinde için için yanıyor, düşünceleri düzenlerini kaybediyor ve gevşek bir hal alıyor, en sonunda da dağılıyordu. Erdem ise en sonunda ayaklarını yere basmış, gözlerini tek bir noktaya sabitlemiş kendine aynı soruyu tekrarlayıp duruyordu. “Neden öldürmek istedim?

Aslında cevabı biliyordu. Cevap o kadar bariz bir şekilde önündeydi ki onu görmemesi için kör olması gerekirdi. Ama görmüyordu işte, yeteneği gözlerini kapıyordu ve o kendine aynı soruyu her sorduğunda gözleri kapalı bir ormanda koşan bir adamı oynuyordu. Buna alışkın değildi, yani koşmaya alışkındı ama soruları cevaplamaya alışkın değildi. Soru sormayı bilirdi, annesi yemek yaparken soruları ile onu delirtmeyi başarmıştı. Kötü olan soruları gerçekten merak etmesiydi ve soruların sonu hiç gelmezdi. “Neden” soruları bir trans gibi birbirini takip ederdi. Annesinin kafası her soruda biraz daha karışırdı. Belki de delirip bileklerini kesmesini engelleyen tek şey Aynur’un her seferinde orada olup kardeşinin sorularına bıkmadan cevap vermesiydi. Erdem o günleri hatırladı, anılar oldukça yavaş ve derinden gözlerinin önüne geldi. Hiçbir soru onun için derin bir anlam ifade etmemişti, bu yüzden sır saklamak gibi bir huyu yoktu. Bu şu an bütün bir sokak dolusu insanı sadece on kovan dolusu arıyı üstlerine salarak öldürmesinin de bir anlamı yoktu. Çünkü ablası ordaydı ve o her şeyin anlamını bilirdi.

Erdem hafifçe eğilip neşeli bir ifadeyle ablasına seslendi. “Abla, bir şey sormak istiyorum. Aynur cevap vermedi, sadece gırtlağından ince bir inleme geldi. Azından salyası akıyor, bir yandan da sessizce ağlıyordu. Erdem tekrar sordu, Aynur tekrar cevap vermedi. Erdem hızlıca ablasını dürtmek için omzuna dokundu, Aynur’un kafasının içinde sindiremediği bütün düşünceler, anılar, duygular Erdem’e akmaya başladı. Erdem titremeye başladı, parmağını prize sokması bile bunun yanında arı sokması gibi kalıyordu. Ablasının kafasındaki bütün kaos, onun zihninde yavaşça sönmeye başladı. Erdem’in etrafını saran yüzlerce kanatlı asker delirircesine etrafa uçmaya, apartmanların duvarlarına toslamaya, düşmeye tekrar uçmaya ve tekrar toslamaya başladı. Her şey birkaç saniye içinde olup bitti. İki kardeşte beyinleri silinmiş bir şekilde sokağın ortasında yatıyorlar, havada vızıldayıp güneşi kapatan böceklerin dans edişini seyrediyorlardı. Erdem yavaşça yattığı yerden doğruldu ve böcekleri peşine takıp güle oynaya sokağın sonuna doğru koşmaya başladı. Hava sıcaktı ve her tarafta hoş bir toprak kokusu vardı, bedeni neşeyle doldukça beyni bu duyguyu yakıyor, sonra tekrar üretiyor sonra tekrar yakıyordu. Erdem yeni bir şey keşfedene kadar da çocuğun saflığını bu şekilde koruyacaktı.

Aynur birden, sanki Bela Lugosi’imişcesine yattığı yerden doğruldu. Etrafında yatan bedenlere ve üstlerindeki yaralara baktı, sonra kaşınan elini kaldırdı ve inceledi. Elini hayatında ilk kez görüyormuş gibi bir ifadesi vardı. Yavaşça elini kaşıdı. Kızarıklıklar inceledi, isimlerini biliyordu ama bu bilginin çok uzakta olduğunu hissediyordu. “İfilih” dedi, sonra hafifçe kaşlarını çattı. Bir şeyler yanlıştı, yanlış hissediyordu. Azından çıkan sesin ona ait değil de, yaşadığı yere değil de başka bir yere ait olduğunu hissediyordu. Sonra ait olmanın ne olduğunu düşündü ama düşünmek için kullandığı araçlarının da eksik olduğunu fark etti. Kelimeleri yoktu, silinmişti.

Ayağa kalktı ve gerindi. Aklı boştu ama bedeni bazı şeyleri hala hatırlıyordu, ayakta durmak, gerinmek, bakmak gibi şeyleri. Bu yüzden Aynur komutayı bir süre için bedenine verdi, bedeni ona yürümesini söyledi. Ve Aynur attığı adımları inceleyip algısının yakaladığı her duyguyu analiz etmeden geçirdiği o bir saniye için hiç kimsenin olmadığı ve olamayacağı kadar temiz ve saftı.

0317090032 – Ali Yörükoğlu

Hiç yorum yok: