27 Haziran 2011 Pazartesi

Otobüs (Rollo May’e özenmiş kaba saba bir öyküleme)

Can ayağa kalkıp gerindi. Saatine baktı. Yarım saat! Yarım saattir otobüsü bekliyordu. Her sabah otobüse yetişmeye erkenden kalkıyordu. Yarım bırakılmış bir rüya. Üstelik güzel de bir rüyaydı. Ne idüğü belirsiz karman çorman bir kâbus değildi. Ayıptı bu otobüsün yaptığı. Onun için rüyasından vazgeçmiş biri vardı burada. Gerçi rüya kurmanın pek bir olayı da kalmamıştı ya. Can gitti, durağın kenarına yaslandı. Tek başınaydı. Bu saatte işe bir tek o mu gidiyordu? Bir tek o mu çalışıyordu o gün? Belki de bütün mahalle otobüs şoförü ile anlaşıp ondan gizli, gün doğmadan giyinip gitmişti. Olamaz mıydı? Olabilirdi. Hatta kesin böyle olmuştu. Kesin kaçırmıştı otobüsü. Otobüs şoförü de kesin kıl oluyordu ona. Her sabah tip tip bakıyordu ona. İğrenç terli herif. Can’ın ona koktuğunu söyleyesi vardı ama bunu yapmaya kaba tarafı yemiyordu. O zaman kesin almazdı onu otobüse. Ya da ne bileyim, kesin kağnı gibi kullanırdı otobüsü de her sabah geç bırakırdı onu. Can sıkıldı. Sıkıcı bir durumdaydı. Hiç sabırlı biri değildi. Çocukluğunun uykuları da böyle okul servisini beklemeye zehir olmuştu. Bir ömür, otobüstü, servisti beklemek her insanın kaderiydi anlaşılan. Bari güzel bir yerlere gitselerdi. Şöyle yolun beş on dakikasını denize nazır geçirseydi. Güzel olurdu kesin. Hatta bütün bu sabahları kangren olanlar toplansalar da otobüsü kaçırıp deniz kenarında işi assalar bir gün. Okuldayken olurdu öyle, hoca gelmezdi ders düşerdi. Bütün çocuklar da sürtmeye maç yapmaya dağılırdı. Tabi o Allahın belası okul servisi Can’ı alır eve bırakırdı. Bilerek anasının nikâhındaki okula kaydettirmiştiler çocuğu resmen. Servisten indiği gibi odaya tıkılıp ders çalışmak? Ulan hava güzel, bok mu var evde oturup ders çalışacak. Hem ders ne? Ders mi bu allahını seversen, ezber oğlu ezber, çocuk yaşta hayattan bezdim! Can’ın çocukken de böyle şeyler söyleyesi vardı ama o zamanlar da yemiyordu bir tarafları. Tam bu kelimeleri toparlayana kadar da zaten kendini kaybetmişti. Bir rüzgâr esti, sonra güneş açtı. Güzel hava. Can kendi kendine patrona ayıp olacak diye içinden veryansın etti.

Telefon etmeli miydi? Geç kalacağını söylese haber verse fena olmazdı. Arardı, önce bir “merhaba” derdi. Hemen ardından da bir “nasılsınız” veya “iyi günler” der, kısa kesip sadede gelmesi istenince de geç kalacağını söylerdi. Sonra kesin bir “neden” sorusu gelecekti. “Neden geç kalacaksınız” diyecekti karşı taraf. Bilecekti de ne olacaktı? Kimin neden geç kaldığının şeceresini mi tutuyordu bu karşı taraf. Orada bir “sana ne” demek geliyordu içinden. Orada bu kadar saçma bir soru sorduğu için karşı tarafa teşekkür etmesi gerekiyordu. Ama yok, gene ayıp olurdu. Ayıp olmasın diye bu insan, bir ömür resmen savaş vermişti. “Ayıp” kelimesi, ağza alındı mı suratlar ekşirdi. Ağızlara tokatlar indirilirdi. Hoş, eşek kadar olmuştu. Bu saatten sonra kimsenin gelip de ağzına vuracağı yoktu. Doğru konuş denebilirdi en fazla. Biri sana nasıl konuşacağını söyleyince, sen mi konuşmuş oluyordun? Can gitti, durağın koltuğuna geri oturdu. Bu mantıkla yola çıkarsa, daha önce hiç konuşmuş muydu? Mutlaka konuşmuştu. Bir ömür susmaya kimse dayanamazdı. İnsanlıktan çıkardı. Peki, şu an insan mıydı? Belki de rüyadaydı? Yok, rüyada değildi. Olsaydı anlardı herhalde. E neydi o zaman? Koca bir saati zerre iş düşünmeden geçmiş biriydi. Boşa mesai harcamıştı. Böyle adamı seven olmaz. Kafayı başka bir hayat ile doldurmak gerek. Kafayı başkalarına emanet etmek gerek. Acep terli şoför bey de kafasını birine emanet etmiş midir? Can merak etti, zaten adamın hiç konuştuğu da olmuyordu. Et torbası gibi bir şeydi. Hiç tepki yok. Sıfır. Böyle şeyler insanı yoruyor. Hele sabahları… Can bu düşüncelerden sıkıldı. Bir yere götürmüyordular onu. Hele bu saatten sonra, çok zordu bunlar ile bir yerlere gitmesi. Caddenin başından bir kükreme duyuldu. Ardından süspansiyonların tıslamaları geldi. Otobüs, bir saate beş kala bir süre gecikmişti. Yuhtu ama. Hala sallanıyordu şoför efendi. “Bas ulan şu gaza” demek istedi Can. Akabinde binerken otobüse şoföre dönüp de “kaptan, bırak bu gün rotayı falan da şöyle Rumeli’yi falan bir gezelim” demek istedi. Adamın aklına girip de sokaktan milleti toplattırmayı, sonra hep beraber otobüsü kırlara sürdürtmeyi istedi. Bir otuz kişi öyle uzaklarda hiç söyleyemedikleri şeyleri söyleselerdi, sonra bunu haftada bir yapmayı adet edinselerdi. Kafalarının gazları alınırdı da rahatlardılar. Şoför ile göz göze geldi, ağzını açtı, sonra tekrar kapadı. Ses etmeden yerine geçti. “Deli” derdi ona, emindi. Çok ısrar ederse de “ayıp kardeşim şimdi elalemi de işinden gücünden etmeyelim” diye ikna etmeye çalışırdı onu. Böyle olmasa bile “ayıp” kelimesi mutlak geçerdi lafın içinde. Bir yol boyu, bu düşüncelerin suçluluğu sindi Can’ın üzerine. İsmiyle paralel bir kelime oyunu yapası geldi kendine. Otobüs boştu ama o gene de utandı.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Terzi

Yeni bir gün başlamıştı ya da en azından Terzi, ona tahsis edilen yatakta gözlerini açtığında yeni bir günün başladığını düşünmüştü. Uyandığı günün yeni mi yoksa eski mi olduğunu söylemek, o yatakta uyanan her hangi biri için de en az terzi için olduğu kadar zordu. Evde saat ve pencere yoktu. Ayrıca duvarlar ses geçirmezdi. Terzi, görünürde onu izleyen birinin olmamasına rağmen, zifiri karanlıkta sırıttı. Sırıtmaya devam ederek, hızla yataktan kalktı. Sıcak yataktan bu ani ayrılış titremesine sebep oldu. Penceresiz odada sırıtarak ve titreyerek ışık düğmesini aradı. Evin içi aydınlandığında, bir önceki günün sonunda yattığı yatağın aynısından kalktığını fark etti. Minnettar olduğunu belli etmek için daha fazla gülmeyi denedi ama beceremedi. Ağzından, çok mutlu olduğunu anlatan birkaç kısa cümle çıktı ve birlikte bir monolog oluşturdular. Görünürde bunu da dinleyecek herhangi biri bulunmuyordu.
Terzi üzerini değiştirdi ve uyandığı yatağı topladı. Penceresiz yatak odasından çıkıp evin başka bir penceresiz odasına geçti. Bu odada evin tek kapısı ile karşılaştı. Gözetleme deliği ve anahtar deliği olmayan bu kapıyı Terzi saygılı görünmeye çalışarak selamladı. Ardından tekrar doğrulup gömleğinin yakasını ve kravatını düzeltti. Beklemeye başladı. Ev, küçük bir evdi. Yatak odasının haricinde bir mutfağı ve bir banyosu vardı. Banyo yatak odasına bağlı, yatak odası ve mutfak ise salona bağlıydı. Çalışma odası olarak kullanılan salonda evin tek kapısı bulunuyordu ve bir sipariş olmadığı zamanlar, yapılabilecek tek şey, kapının önünde yeni siparişi beklemekti. Terzi, kimsenin duymayacağını umarak aklından bir şeyler geçirdi. Sonra kapı, öteki tarafından yumruklanmaya başladı. Ne kadar süre geçmişti terzi fark etmemişti. Ama ışıklar yanıyordu. Aynı gün? Belki… Terzi, ‘girin’ dedi ve karşıdan cevap gelmesine olanak vermeden kapıyı açtı. Gözleri kamaştı, dışarıdan gelen ışık ona fazlaydı. Sağ eli kapının kulpunu tuttuğu için sol eliyle gözlerini siper etti. Bunun üzerine gözlerini aralayacak cesareti buldu. Karşısında bir şey duruyordu ve büyük ihtimalle ona bakıyordu. Her an kapıyı kapatmak gibi bir niyeti olmadığını göstermek için kapıyı tutan elini serbest bıraktı. Şükürler olsun ki dişleri temizdi. Sırıtırken çirkin bir görüntü sergilemekten korkardı. Kapısını çalanların beğenmedikleri bir şey karşısında sipariş vermekten vazgeçebileceklerini bildiği için göze hoş görünmeye önem verirdi. Tabi her zaman için zevklerin ve anlayışların değişmesi mümkündü. Terzi, bu olasılığı çok sık düşünürdü ve o zaman geldiğinde, mutfağının dayanabileceği kadar dolu olmasını umardı. Neye dua edebileceği hakkında bir fikri olsaydı, dua da edecekti.
İçeriye girdiğinde, Terzi, kendini ufalmış hissetti. Adam iriydi. Neredeyse Terzi’nin iki katıydı ve eğer kollarını kaldırmaya çalışırsa tavana değebilirdi. Terzi evin tavanının fazla alçak olmadığını biliyordu ama gene de kafasını kaldırıp bakmaktan kendini alamadı. Adamdan soyunmasını rica etti. Adam soyundu ve boyunun ölçüleri alınırken, bir şeyler anlatmaya başladı. İri çenesi hareket ediyor ve cümleler sürülerle dışarıya akıyordu. Ne anlatıyordu? Terzi merak etti, hatta söylenenleri dinleyip yorum yapmak istedi ama yanlış bir şey söyleme ihtimalini göze alamadı. Riske girmeden işini bitirdi. İri müşterisi, üstünü giydi ve kapıdan çıkıp gitti. Işıktan bir kez daha gözleri kamaştığı için terzi bir süre gözlerinin kendine gelmesini bekledi. Ardından, sırıtmaktan yüzünün uyuşmaya başladığını fark etti.
Şaşırtıcı bir şey; adam Terzi’nin iki katı değildi. Evet, gene ondan yapılıydı ama hiç de abartılacak bir yanı yoktu. O zaman gözü yanılmış olmalıydı. Hayal görmüş olabilir miydi? Ölçülere tekrar baktı. Yanlış almış olabilirdi, bir ihtimal hata yapmış olabilirdi. Hangisinin doğru olduğuna kafa yormaya değmezdi, bunu düşünecek vakti yoktu. O yüzden de düşünmedi. Gün yeni mi başlamıştı hatırlamıyordu ama işi bitene kadar ışıkları kapatmayacaktı.
İşi bittiğinde, hissettiği yorgunluğu belli etmemek için burnundan yavaşça nefes aldı. Kafasını kaldırıp da ne yaptığına baktı. Bir üniformaya benziyordu. Bir takım elbise… Bir pijama? Ne fark ederdi? İş bitmişti. Ne istendiyse o. Bacakları titredi. Kolları gevşedi ve iki yana düştü. Geriye, kapıya döndü. Beklemeye başladı. Yatağa tekrar girip yatmak istedi. Kapı öteki taraftan yumruklanmaya başladığında, Terzi elleriyle uyuşan yüzüne masaj yapıyordu. Ellerini yüzünden çekip ‘girin’ dedi. Sesi çok cılız çıkmıştı. Tekrar ‘girin’ dedi ve karşıdan cevap gelmeden kapıyı açtı. Kamaşan gözlerinin ardında, bir ses duydu. Ona sorulmuş bir soruydu. Başını sallayarak karşılık verdi ve eliyle tekrar gözlerini siper etti. Karşısında bir şey duruyordu. Yapılı birine benziyordu. Bir adam? İçeriye girdiğinde onun, en son siparişi veren müşterisi ile aynı kişi olduğunu gördü. İlk gördüğü gibi, kendisinin iki katıydı. Adam, askıdaki elbiseyi aldı. Giydi. Gitti. Sonra tekrar kapı çaldı. Terzi tekrar kapıyı açtı. Kapının önünde, üzerinde büyük harfler ile ‘yemek’ yazıyordu. Terzi kasayı içeriye aldı ve ardından kapıyı kapattı. Kasayı mutfağa taşıdı. Kapağını açtı ve içindekileri yerleştirdi. Minnettar olduğunu tekrar belirtmesi gerekiyordu. Daha fazla gülümsemeyi denedi. Hala, daha fazla gülemiyordu. Bunun yerine ağzından birkaç kelime çıkarttı. Kelimeler birleşip bir anlam ifade ederlerken Terzi çoktan yatak odasına geçmiş, ışıkları kapatmış ve uykuya dalmıştı. Uykusunda çok çirkin oluyordu. Neyse ki ışıklar kapalıydı ve görünürde uyurken onu izleyecek herhangi biri bulunmuyordu.

13 Mayıs 2010 Perşembe

İlahi Maske

Başımı öne eğip “ne deseniz haklısınız” dedim. Utanıyor, suçluluk duyuyordum. Yetmiyordu. Patron bağırdıkça bağırıyor, coştukça coşuyordu. Sinirden yüzüne kan vurmuş, suratı pancara dönmüştü. Gene de beni azarlamayı bırakmadı, “ne biçim komedyensin sen, milleti resmen uyuttun be” diye sesini yükseltip kudururcasına etrafa tükürük saçmaya başladı. Bir şey diyemiyor susuyordum. Ben sustukça da patron konuşuyordu. En nihayetinde sinirden kontrol edemediği salyalarını silip kan ter içinde “evladım gel sana başka bir iş verelim, beceremiyorsun sen güldürmeyi” diyince dayanamadım, “başka bir işte çalışmam” diye karşılık verdim. Dilim kopaydı, vermez olaydım. Çıkışmam üzerine adamın yüzü bir kat daha kızardı, “bal gibi de çalışacaksın lan! Adam olana kadar kulise dikiyorum seni, anladın mı? Şimdi defol git adamın asabını bozma” diyerek beni odasından dışarıya kovdu. Doğrusu canım çok sıkılmıştı bu işe, sıkılmıştı ama belli etmiyordum. Daha fazla ses etmeden odadan çıkıp sirkin meydanında volta atmaya başladım. Kendi kendime “bu işte de dikiş tutturamadık” diye söylendim. Çok kolay pes ediyormuşum gibi hissetmeye başlamıştım. Hâlbuki o sefer kendimden ne kadar de emindim…
Oraya, sahneye çıkıp dikilmiştim. Karşımda dev bir gölge, tek bir çıt bile çıkartmadan gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Gülemiyor, konuşamıyordum. Üşümüş gibi titriyordum. Sonra ağzımdan benim olmayan, zayıf bir ses çıkıp çadırda yankılandı. Orada dikiliyordum, kimse gülmüyordu.
Meydanda, yere çöküp bunları düşündüm. Nerede yanlış yaptığımı, neden yapamadığımı sordum kendime. Daha çok bir başkasının bana cevap vermesini bekler gibiydim. Etraf karavanlar, çadırlarla doluydu. Rengârenk çadırlar, kahverengi karavanlar. Aralarından bana nerede hata yaptığımı söyleyebilecek birinin çıkmasını, beni oturduğum yerden kaldırıp “bak şurada şöyle yapacaksın” demesini istedim. Bekliyordum, kimse çıkmıyordu. Öğle vakti etraf sıcak olunca herkes ya çadırına ya da karavanına kapanırdı. Boş sirk meydanına çöken sessizliğin altında, aklıma belki de hayatımın en alakasız, en saçma fikir geldi. Doğrulup büyük, siyah karavanlardan birinin kapısını çaldım. Kapı aralandı, arkasından yaşlı bir ses ters bir ifade ile “kimsin, ne istiyorsun” diye sordu. Sanki kimsenin duymasını istemiyormuşum gibi hafifçe fısıldayarak “benim, Emre” dedim, “falıma bakmanı istiyorum.
Aralık kapı yavaşça açılıp arkasından sirkin falcısı aynı ters sesiyle “gel, içeri geç” deyince kapının ufak basamaklarını tırmanıp karavana girdim. İçerisi diğer karavanlar kadar dar değildi, fazladan bir masayı alacak kadar yer vardı. Üstüne bir de etrafa hoş bir saman kokusu sinmişti. Geçip masanın bir ucuna oturdum, etrafı incelemeye başladım. Falcı kadın karşıma oturup bana “neden fal baktırmak istiyorsun” diye sordu. Onu tanımıyordum. Beş senedir bu sirkte çalışıyordum ama kadının adını bile bilmiyordum. Beni biraz irkiltiyordu. Ona sakince “patron beni sahneden aldı, kendimi boşlukta hissediyorum” diye cevap verdim. Güldü. Küçük, tek vuruşluk bir kahkaha attı. Kaşlarımı çatıp, “neden gülüyorsun” diye sordum. Ben böyle sorunca şaşırmış bir ifadeyle yüzüme bakıp, “ben senin insanları güldürmek istediğini zannediyordum, nasıl bir komedyensin sen” diye karşılık verdi. Çok güzel yakalamıştı beni, cevap verememiştim. Onun yerine kaşlarımı çatmaya devam ederek sağ elimi uzattım. “Al bak, ne gördüğünü söyle” dedim. Kollarını eski ahşap masanın üzerine yaslayıp elime bakmadan bana “sen neden komedyen oldun onu söylesene” dedi. Ne biçim bir falcıydı bu? Elimi çekmeden “ne yapacaksın” diye sordum. “Merak ettim” dedi. Oturduğum küçük tahta taburede biraz doğrulup “insanları güldürmek için” dedim. Sırıttı, koca burnunu çekip sivri çenesini kaşıdı. Elimi tutup kendine doğru çekti, bir yandan da “ne diye elalemi güldürmek istiyorsun” diye sorarak küçük sorgulamasına devam etti. İçimden “amma da meraklı kadınmışsın” diye geçirdim. Bir süre sessiz kalınca gören tek gözünü yüzüme çevirip bir kaş hareketi ile tekrar “neden” diye sordu, “yani ne oluyor insanlar gülünce? Bir süre düşündüm. Güzel soruydu, çok da güzel sorulmuştu. Sahiden, ne oluyordu insanlar gülünce?
Hayal ettim. Sahneyi çevreleyen soğuk karanlığın birden ısındığını, kahkahalar ile aydınlandığını hayal ettim. Utancımın, korkumun eridiğini hayal ettim. İşte bana bunlar oluyordu insanlar gülünce, ama bunu nasıl anlatırdım ki? Bunların yerine ağzımdan soğuk bir “bilmiyorum” çıkarttım, ardından da elimi geriye çektim. Falcı elimi neden geriye çektiğimi sormadı, onun yerine kalkıp karavanını ikiye ayıran koyu mor perdenin arkasına geçti. Yatağının ayakucunda duran sandığı açıp içinden deri bir maske çıkarttı, sandığını kapattı. Masaya geriye dönüp karşıma oturdu. Sırıtmaya devam etti. Bir kaç saniye yüzünde bu ifade ile bana baktıktan sonra maskeyi bana uzatıp “al, bu artık senin” dedi. Eski püskü, kahverengi bir maskeydi. Yüzün sadece üst kısmını kapatıyordu, iri göz deliklerinin üstünde ukala bir ifade vardı. Falcı, “rahmetli dedemin maskesiydi, ondan bana kadar kalmış ben de şimdi sana devrediyorum” diye konuşmasına devam etti. Kafamı “evet” anlamında sallayıp “iyi güzel de, ben palyaço değilim ki teyzecim. Komedyenim ben, sahnede maske takmam” dedim. Dediklerimi duymamış gibi “iyidir, sen de palyaço oluverirsin. Bir de o türlü güldürmeyi deneyiver” dedi. Alnımı kırıştırıp, “peki denerim de patron sahneye çıkmamı yasak etti” dedim. Ayağa kalkıp “maskeyi takıp kaçak çık, kimse bir şey anlamaz” dedi, sonra karavanın kapısına doğru ilerledi. Elimde maske ile yerimden kalkıp onu takip ettim. Eşikten geçip dışarı çıkarken arkamdan “o maskeyi iyi sakla, çok işine yarayacak” diye ekledi. Adımlarımı kesmeden “tamam” dedim. Küçük basamakları indikten sonra kafama dank etti, kadının adını bilmiyordum. Arkamı dönüp “teyze senin adın neydi” diye sordum. Bir şey söylemedi. Onun yerine cevap olarak küçük, tek vuruşluk bir kahkaha atıp kapıyı yüzüme kapattı. Kısa bir süre için kapıya baktıktan sonra boş verdim. Kadın deliydi işte. Adından bana ne?
Sirk haftanın beş günü gösteri yapıyor, iki günü dinleniyordu. Cuma akşamları da gösteriler diğer akşamlara göre biraz daha uzar, en son da gösteri meydanına hep palyaçolar çıkardı. Patron da anonsları uzun tutmayı sevdiği için çaktırmadan palyaçoların malzeme dolabına saklanmakta çok zorlanmadım. Yedek kostümlerden arta kalan bir iki parçayı giyip maskeyi de taktıktan sonra dolaptan çıkıp gecenin son gösterisi için palyaçoların arasına karıştım. Meydana çıkana kadar kimse beni fark etmemişti, çıktığımda ise herkesin gözü bendeydi. İlk beş saniye, beyaz suratlı kırmızı burunlu altı adamın arasında kahverengi deri maske ile oluşturduğum bu tezat görüntü etrafa sessiz, gergin bir hava yaymıştı. Sonra… Sonra kahkahalar gelmeye başladı. Karanlığın arasından, palyaçolardan dalga dalga geliyordu. Daha kolumu bile oynatmamıştım. Korkmadım, yadırgamadım, çölde vaha bulmuş biri gibi kendimi bıraktım. Meydanın sınırına yaklaştıkça kahkahalar artıyordu. O an kısa da sürse, mutluydum.
Kısa sürmüştü çünkü kafamı kurcalayan son bir şey kalmıştı. Karavanımda, aynanın karşısında otururken kafamda sürekli aynı soru dönüp duruyordu; artık maskeyi çıkartamayacak mıydım? Patron gelip beni kutlamış, daha çok gösteriye çıkmamı istemişti. Her gece maskeyle sahnede olacaktım ama kimse yüzümü göremeyecekti, sahneye çıkan ben olmayacaktım. Aslında komikti bu durum. Kara mizah vardı içinde. Aynanın karşısında kendi kendime güldüm. Sonra aklıma falcının sorusu geldi, “Ne oluyordu insanlar gülünce? Susup düşündüm. Aklıma bir cevap gelmedi, ben de maskeyi takıp tekrar aynaya baktım. Gülünce sini daha bilmiyordum ama gülmeyince si aklımdan çıkmıyordu. Soğuk, karanlıktı. Hatırlayınca titreyip ürperdim. Gülsünlerdi işte, ne fark ederdi sahnedekinin kim olduğu? Aynanın başında kalkıp yüzümde maske ile yatağıma uzandım. Ellerim başımın arkasında, tavana karşı biraz daha güldüm. Hem her şey bir yana, kime nasip olurdu ki eski suratın yerine yeni bir surat takmak bu dünyada.



--0317090032 Ali Yörükoğlu

2 Mayıs 2010 Pazar

Palas pandıras

Palas pandıras
“Eh be amca, bir de bana kızıyorlar evde odamı dağıtıyorum diye. Hengâmeye gel resmen savaş alanı” dedim. Amcam alnını kırıştırıp gülümsedi, salonunun kalabalık bir yerinden oturmam için bir sandalye çıkarttı. Serzenişime aldırmadan,“Otur da anlat bakalım, neler yapıyorsun görmeyeli” diye sordu. Oturdum, biraz kaşınıp “hiç” dedim, “köpeğin nerede?
Amcam yerinden doğrulup evine doldurduğu çer çöpün içerisinde bata çıka kendini koridora attı. Ben de sandalyeden inip bata çıka onu takip etmeye başladım. Adamın evi “bununla bir şeyler yapılır” diyip de atmaya kıyamadığı kumaş, kâğıt artıkları ile doluydu. Masasının üstü, rafları o kadar tıkış tıkıştı ki kendisi eve zor sığıyormuş gibi gelirdi bana. Ama sığıyordu işte, üstüne üstlük bir de benim kadar köpeği vardı.
Koridorun kapısından “uyuyorsa uyandırma” diye bağırdım. Bir kalın havlama sesi, ardından da amcamın “gerek yok sen uyandırdın” diyen kahverengi sesi cevap verdi bana. Hızla geriye dönüp sandalyeye oturdum, yan gözle kapının eşiğini gözlemeye, eşiğin içerisine kulak kabartmaya başladım. Önce kayışın çözülen şıkırtısı geldi eşikten, ardından fayans zeminde tıkırdayan tırnakların sesi. Nihayetinde amcamın dili bir karış dışarıda, söz dinlemez köpeği eşikten içeriye fırlayıp, salonun sağına soluna istif edilmiş gazetelerin, dergileri devirerek koşuşturmaya başladı. Elimi dizime vurdum, “gel, buraya gel” dedim. Geldi. Kafasını kucağıma koyup ıslak ıslak karnıma üflemeye başladı. Kafasını nazikçe kafasını okşadım, sertçe kulaklarını kaşıdım. Hoşafına gitmiş olacak, deli deli kuyruğunu sallamaya başladı. Arkasından amcam da eşikten içeriye geçip karşıma, koltuğunun üzerine yığılmış paçavraların arasına yerleşti. Bana bakıp “sevdin galiba köpeği” dedi. Başımı kaldırıp “sevdim ya” dedim. “Al senin olsun istersen” dedi. “İsterim ama alamam” dedim. “Nedenmiş o” diye sordu, “evde yer yok” dedim. Sustuk.
Bir yorgun bakıyordu amcam. Gözleri yarıya inik, dalgın dalgın köpeği izliyordu. Yalnız yaşıyor diye bilirdim amcamı. Gerçi onu tanıyalı bir beş yılı doldurmamıştı ama hep tek başına yaşamış gibi bir ifadesi vardı, ya da ona baktıkça hep tek başına yaşadığına inanmak isterdim. Bir de bıyığı vardı amcamın, babamın bıyığı gibi “Pos” tu. Lâkin pos demeye insanın dili varmıyordu, başka bir şey dedirtiyordu. O öyle dalmışken “amca, senin bıyığın pos mu?” diye sordum. Dalan gözlerini köpekten ayırmadan kafasını sallayarak “pos” diye cevap verdi. “Ama babamınkiler de pos, seninkiler daha bir şey…” dedim. Bakışlarını köpekten bana çevirip “ney” dedi. Dilim dönmüyor, damağımı yalıyordu. Tekrar “çok şey…” dedim. Ikındım, kendimi sıktım. En sonunda azımdan “palas pandıras” çıktı. Bu sefer şaşkınlıkla “ney” diye tekrarladı amcam, bir yandan da bıyığını düzelterek “palas pandıras ne demek biliyor musun sen” diye sordu. “Bilmiyorum” dedim. Bilmiyordum. Amcam bıyığını düzeltmeye devam ederek “e nerden çıktı o zaman” dedi, “öyle bir ifadeleri var” dedim. Güldü, “amma da uçtun ha, bıyığın ifadesi mi olurmuş” dedi, cevap veremedim. Onun yerine ben de güldüm.
Gülmez olaydım. Amcam tuttu, kitaplıktan köpek kadar, ben kadar bir sözlük çıkarttı. Uzatıp “al” dedi, “bak bakalım neymiş palas pandıras. Sıkılarak sözlüğü amcamın elinden alıp sayfaları karıştırmaya başladım. Küçüktüm, sevmezdim resimsiz sayfaları kurcalamayı. Sözlüğü kapatıp “ya, sen baksana” dedim amcama. Eli hala bıyığında “nedenmiş” diye sordu. Utanmadan “ben daha çocuğum, sıkılıyorum” diye cevap verdim. Amcam “iyi” dedi, sözlüğü elimden çekip aldı, “P” harfinden “Palas pandıras” a baktı, kapatıp yerine kaldırdı. “Buldun mu” diye sordum, “buldum” dedi. “Neymiş” dedim, “boş ver, küçüksün sıkılırsın” dedi.
Sıkıldım, utandım. Hafiften de kaşınmaya başlayınca “Peki o zaman, ben kalkayım” dedim. Amcam “kalsaydın daha, köpeği gezdirirdin” dedi, “boş ver, sıkılırım” dedim. Sandalyeden indim, amcamı öpüp evden çıktım. Sonra… Sonra bir on yıl kadar büyüdüm. Boy attım, tıraş oldum. Koştum, tırmandım. Korka tırsa seviştim, kavga ettim. On yılın sonunda “artık tamamdır herhalde” dedim. Kalktım sabah erkenden dayandım amcamın kapısına.
Geç açmıştı kapıyı. İçeri girince fark ettim, yaşlanmıştı amcam. Saçlarının azı dökülmüş çoğuna ak düşmüştü. Tıraşsız yanaklarından öptüm, salona geçip bir koltuğa oturdum. Oturacak yeri de boldu artık, on yıl öncesinin kumaşları, gazetelerini kaldırmıştı. Etraf ferahlamıştı. Karşıma, kanepeye bıraktı kendini. Biraz arkasına yaslanıp, “e anlat bakalım, neler yapıyorsun görmeyeli” diye sordu. Düşündüm, biraz kaşınıp “aynı işte” dedim, “köpeğin vardı, ne oldu ona?
Masadan aldığı bir mendile sümkürdükten sonra, “bilmiyorum, vereli bayağı oldu” dedi. Şaşkın, “a, niye verdin ki köpeği” dedim. Parmağı ile yukarıyı göstererek “şikâyet geldi üst kattan, apartmanda köpek besliyor diye” dedi. Onaylarcasına kafamı salladım. Birkaç saniye sessizlikten sonra “yahu amca, sen o köpeği nereden bulmuştun” diye sordum. Yorgun bakan gözleri kısıldı, sonra yüzüne bir gülümseme yerleşti. “Sokak köpeğimiydi” diye ekledim. Onaylayarak başını salladı, “taksinin altında bulmuştum” dedi. Güldüm.
Köpeğin kafasını kucağıma koyup dilini sarkıtması aklıma geldi, sonra da amcamın bıyığı. Çaktırmadan amcamın bıyığına baktım. Aynıydılar hala, “pos” dan bozma palas pandıras. Kalktım, kitaplığın üst raflarında duran kalınca sözlüğü yerinden çekip kurcalamaya başladım, “ne arıyorsun” diye sordu arkamdan amcam elimde sözlüğünü görünce. “Hiç, canım sıkıldı bakınıyorum öylesine” dedim. Bıyık altından gülerek, “Palas pandırasa mı bakıyorsun” diye sordu. Gene güldüm, elimde sözlük amcama dönüp “he ya, onu arıyorum” dedim. Tekrar güldük. Sonra bir nefes alıp biraz daha güldük, ardından daha büyük, daha sesli güldük.
Sözlüğe bakmayı sürdürerek yerime oturdum. Amcam “bulabildin mi bari” diye sordu, gülerek “buldum” dedim. Sözlüğü kapatıp masaya bıraktım. Kafamı kaldırıp “bence hala palas pandıraslar” dedim, “Eh iyi madem” diye karşılık verdi. Sonra aklıma geldi, “amca, köpeğinin adı neydi?
Bir süre düşündü, sonra “sen söyle, ona da yakıştırıver bir şey” dedi. “Unuttun mu yoksa” diye sordum, “farz et ki unuttum” diye cevap verdi. Kafamı kaşıdım, uzaklara baktım, köpeğe isim ararmış gibi yaptım. “Vallaha bulamadım” dedim, gülümsedim.
En sonunda gitmeden evvel “bak benim bıyık da çıkıyor” dedim. Yaklaştı, gözlüğünü takıp baktı, “evet de sana yakışmayacak” dedi. Kızdım, “nedenmiş o” dedim. Yüzü bir ekşidi, “şey…” dedi. Anlamadım, “ney” dedim. Yüzünü biraz daha ekşitti, ardından hafif gülümseyip “şey” dedi, “palas pandıras.
Güldüm, sessizce güldüm. Bir on yıl daha büyüdüm. Bıyık bıraktım, yakışmadı kestim. Ama hep yakışsınlar istedim. Gür çıkmalarını bekledim hep, şöyle “pos” dan bozma palas pandıras.

--0317090032 Ali Yörükoğlu

26 Nisan 2010 Pazartesi

Kulaç

“Geldik” dedim. Arabayı durdurana kadar ses etmeden dışarıya bakmayı sürdürdü. Kumsalın dışında arabayı park edip araçtan dışarıya çıktım. İfadesiz beni takip etti. Aracın arka koltuklarında duran havluları alırken “Halil, ne düşünüyorsun?” diye sordum. Kafasını kaldırmadan “hatırlıyor musun, ilk geldiğimizde denizi yüzerek geçtiğini söylemiştin. O günü düşünüyordum” diye cevap verdi. Gülümsedim, “güzel bir gündü diye hatırlıyorum” dedim. İfadesizliğini bozmadan “evet, güzel bir gündü” dedi, elimden kendi havlusunu alıp önden plaja doğru yürümeye başladı.
Hava çok serin değildi. Yaz aylarının akşamlarında denize girmeyi öğlelerinde girmekten daha çok seviyordum. Renkler daha hoş, kumsal ise daha boş olurdu. Ayrıca kumlar ayaklarımı da yakmazdı. Terliklerimi elime alıp yalın ayak Halil’in peşinden gittim. İçimden ne kadar da çabuk büyüdüğünü geçirdim. Ona yetişip “kaç oldu senin boyun” diye sordum. Sakince “1. 75” dedi. Havlumu kumlara sererken “yaşına göre çok iyi” diye onu onayladım. Teşekkür edip havlumun iki adım ötesine havlusunu yayıp üstünü çıkartmaya başladı. Ben üstümü çıkarttığımda o çoktan soyunmuş, denize doğru koşuyordu. Peşinden gitmedim, havlumun üzerine oturup denizi, dalgaları izlemeye başladım. Kıyıdan bana “sen gelmiyor musun diye seslendi. Oturduğum yerden “sonra gireceğim” diye seslendim. Halil kafasını “peki” anlamında sallayıp suya girdi.
Deniz sakindi. Miskin dalgaları ufuk çizgisinde kırmızıya çalan gökyüzü ile birleşiyordu. Bakışlarım bir süre bu görüntüye takılı kaldı. Onu denize ilk getirdiğimde Halil’de bu görüntüye takılmıştı, tabi o benden daha enerjikti. Gözleri, ağzı ardına kadar açık “baba, bu ne” diye bağırmıştı. Öğle vaktiydi, güneş gözlerimi alıyordu ama kısık gözlerimin arkasından yüzüne oturan o şaşkın ifadeyi seçebiliyordum. Onu kaldırıp “deniz” diye cevap vermiştim. Deniz çok hoşuna gitmişti. Öte yandan kumları o kadar da sevmemişti. Kumdan kale yapmak ona sıkıcı gelmişti, bir an önce suya girmek istiyordu.
Kollarında mavi-yeşil kollukları ile o günün tamamını suda geçirmişti. En sonunda dayanamamış, akşam üstü onu sudan çıkartmıştım. Hava gene sıcak esiyor, üşütmüyordu. Havlusunu kaldırıp sirkelediğimde bütün kumları gözüme kaçtı. Ardından havluyu alıp Halil’i kurulamaya başladı. Kurularken güneşten kızarmış yüzünü ovuşturup “baba” dedi, “deniz ne kadar büyük? Havluyu omuzlarına sarıp “çok büyük değil” diye cevap verdim. Kendi havlumun kumlarını sirkeleyip belime sararken “nereden biliyorsun” diye devam etti. Gözüme giren saçlarımı elimle düzelttim, sonra aynı elimle ufku gösterip “yüzdüm, en sonuna kadar gittim” dedim. İyicene pancara dönen yüzü birden aydınlandı, heyecanla “hepsini mi yüzdün” diye sordu, “hepsini” dedim. Onu omuzlarındaki havluya iyicene sarıp kumların üzerinden kaldırdım, birlikte arabaya doğru yürümeye başladık. Yürürken bana “peki sonunda ne vardı?” diye sordu, “kum var” dedim. Onu arabanın ön koltuğuna indirdim, kemerini bağlayıp koltuğu alçalttım. Ben yerime oturamadan uyuya kalmıştı.
“Hepsini mi” diyen sesini hatırladım, gülümsedim. Gerçekten de çok hızlı büyüyordu. Artık köpekleme yüzmüyor, uzun kulaçlar atıyordu. Kumda oynamayı hala sevmiyor, denize girdi mi çıkmak bilmiyordu. Düşünmelere dalan gözlerimi ufuktan alıp ovuşturdum. Uzun süre açık tuttuğum için sulanmıştılar. Aynı anda havlunun üzerinden kalkıp kulağımda Halil’in küçüklüğü, denize ilerlemeye başladım.
Ayaklarım ıslak kumlara geldiğinde fark ettim, Halil görünürde yoktu. Kaşlarım istemeden çatıldılar, “belki de suya dalmıştır” diye düşündüm. Sudan çıkmasını bekledim. İçimde bir sıkıntı vardı, “Halil” diye bağırdım. Cevap gelmedi. Balıklama suya daldım. Halil çok dalmaz, bir iki kere suyun altında dolanır oyalanmadan su yüzüne çıkardı. Nefesimi tutup bir kere daha suya daldım. Suyun altında da yoktu. Tedirgindim, sudan çıkıp bir daha “Halil” diye bağırdım. Belki açılmıştır diye kafamı kaldırınca onu gördüm, ufka doğru kulaç atıyordu. Derin bir “oh” çektim. Pezevenk ödümü patlatmıştı. Ona doğru bağırıp el salladım, bir saniye sonra dönüp bana baktı. Ellerimle “çok açıldın gel geri” demeye çalıştım. Bir saniye durup bana baktı, sonra ufka doğru yüzmeye devam etti. Ufukta bir nokta olmuştu. Tedirginliğim geriye geldi, suya dalıp peşinden yüzmeye başladım. Kulağıma bebekliğinde ağlama sesi geliyordu.
Gözlerimi açtım ve derin bir nefes aldım. Baş ucu saati sabahın üçünü gösteriyordu. Sırt üstü yatıp yorganı üstümden kaldırdım. Terliyordum. Apartmanın kaloriferleri kafalarına göre çalışmayı adet edinmiştiler. Elimle alnımdaki teri sildim, yatakta doğrulup yüzümü ovuşturdum. Karım yanımda uyuyordu, oğlum beşiğinde ağlıyordu. Yataktan kalkıp ağlayan oğlumla ilgilenmeye gittim, karımı uykusuyla baş başa bıraktım.
Halil beşiğinde terlemiş, sırılsıklam olmuştu. Üstündekileri çıkartıp daha ince şeyler giydirdim. Uyuması için bacağımda salladım. Ev sıcaktı, ısınmıştı. Ardımdan karım da bu sıcağa uyandı, çocuğun odasına girip “ev cehennem gibi” dedi, terden nemlenmiş saçlarını düzeltip yanıma, Halil’in beşiğinin başına oturdu. Gözlerimi Halil’in küçük ellerindeki minik parmaklardan ayırmadan fısıldayarak karıma “rüya gördün mü” diye sordum. Elini saçlarıma daldırıp kafamı kaşıyarak, “hatırlamıyorum, sen gördün mü” diye sordu. Elimle yüzümü ovuşturdum, “hatırlamıyorum” dedim. Elini saçımdan çekip arkamdan bana sarıldı, fısıldayarak “ben yatıyorum” dedi. Odadan çıkıp yatağına döndü. Ben ise Halil’in küçük, arada bir birşeyleri tutmak istermişcesine boşluğa saldıran ellerini izlemeye devam ettim.
Ne rüya gördüğünü merak ediyordum, onun yaşındayken gördüğüm rüyaları hatırlamayı istiyordum. Artık rüyalarım çocukluğumdaki gibi değildiler, fazla gerçektiler. Bu beni rahatsız ediyordu, neyse ki çok geçmeden unutuyordum onları. Acaba Halil’de benim gibi rüyalarını unutacak mıydı? Ev titremesi duran kaloriferler ile iyicene sessizleşti. Küçük ince battaniyeyi Halil’in üstüne örtüp parmaklarımın ucunda odasından çıktım.
Odama girip üstümdeki fazlalıkları çıkarttım, dolabı açıp raflardan birine sertçe tıkaladım. Elim rafın arkasında sert bir şeye çarptı, uzanıp rafın arkasından çekip çıkarttım. Küçük mavi-yeşil plastik bir kovaya benziyordu. Daha iyi görebilmek için odanın ışığını yaktım. Karım yattığı yerden “kapat şunu” diye homurdandı. Homurdanmasına aldırış etmeden “Aynur, bak ne buldum” dedim. Gözlerini aralayıp elimdeki kovaya baktı, sonra tekrar gözlerini kapayıp “annem Halil’e gönderdi, mayoyla kolluk da var” dedi. Kova tanıdık gelmişti ama çıkaramıyordum. Geriye yerine koydum, ışığı kapatıp yatağa girdim. Terim soğumuştu, yatak sıcaktı. Yavaşça Aynur’a sarılıp gözlerimi kapadım. Arkasını dönmeden “tatlı rüyalar” dedi. “Sana da” dedim.

--- 0317090032 Ali Yörükoğlu


(Her şey bir yana, bu öykü yazmadan önce daha cazip gelmişti bana…)

23 Mart 2010 Salı

son iki domuz

Son iki domuz

Uykusunun yarısında bölünmesini hiçbir zaman sevmemişti Cevdet. O gece yumruklanan kapısını açmak için aceleyle yatağından kalktığında bunu bir kere daha anlamıştı, onun için dünya üzerindeki hiçbir şey deliksiz bir uykudan önemli değildi. Odasından çıktığında kendi kendine ‘’eğer gereksiz bir şey için kapım yumruklanıyorsa yumruklayanın kafasını kopartacağım’’ şeklinde söylenmeye başlamıştı ki yolun yarısında kapıyı yumruklayanın sesini tanıdı. ‘’İmdat’’ diyordu ses, ‘’yalvarırım kapıyı aç, yiyecek beni’’ diye yalvarmaya başlamıştı. Cevdet bu kadar cırtlak ses ve çatlak bir sesle bağıran bir tek kişiyi tanıyordu, kardeşi Mehmet.

Cevdet üç kardeşin en büyüğüydü, bundan hiçbir zaman hoşlanmamıştı. Onu ağabey olmaktan daha çok iğrendiren bir şey varsa o da iki yaban domuzunun ağabeyi olmaktı. Kıllı kalın derilerinden, uzun sivri dişlerinden, en çok da cırtlayan seslerinden iğreniyordu. Kendisini daha kalın bir sesle konuşmak için eğitmişti, kapıya yetiştiğinde de bu kalın ve diğer iki kardeşininkinden farklı olan sesiyle ‘’ne istiyorsun bu saatte?’’ demişti. Mehmet neredeyse kısılacak olan sesiyle ‘’o geliyor, büyük kötü kurt, Ahmet’i yakaladı şimdi de benim peşimde ne olur içeri al beni’’ diye yalvardı ağabeyine. Cevdet derin bir iç çekiş ardından kapıyı açıp Mehmet’in koridoruna yuvarlanmasına izin verdi. Sebebi ne olursa olsun kardeşlerine tahammül edemiyordu. Mehmet hızını kesmeden evin salonuna daldı. Üstündekilerin birbirine yamanmış pislik içinde paçavralar olduğunu görünce Cevdet de aynı hızla onu takip etti. Mehmet perdeleri çekip aralarından dışarıyı izlemeye başladı. Gözleri boş sokakta gölgeleri kovalıyordu. Cevdet kollarını kavuşturup kapının eşiğine yaslandı. Gene kendi sesiyle, ‘’Polisi aradın mı?’’ diye sordu. Mehmet arkasını dönmeden ‘’evet iki saat önce aradım, en az bir iki saat daha ortalıkta görünmezler’’ diye cevap verdi. Mehmet kafasını sallayarak kardeşinin yanına yaklaştı, ‘’ben kurt falan görmüyorum, yanlış anlamış olmayasın’’ dedi. Mehmet’in hareketleri sakinleşti, kaşları çatıldı, sinirli bir şekilde yüzünü Cevdet’e döndü; ‘’Ahmet’i yattığı parkta gafil avladı, benim gecekondumu da tek nefeste havaya uçurdu, o sırada evde olmamam büyük şans’’ dedi. Cevdet ‘’peki neredeydin?’’ diye karşılık verdi. Mehmet cevap vermedi, onun yerine ‘’işte’’ dedi koca kahverengi burnuyla sokağın karşısını göstererek, ‘’beni buldu, kokumu izlemiş olmalı’’. Cevdet kafasını cama yaklaştırdı, kurt karşı kaldırımda onlara bakıyordu. Karanlık suratında gözleri parladı, sonra yavaş bir hareketle durduğu yerden kenara çekildi. Ahmet, üç domuzun en küçük kardeşi ağzı burnu kan içinde sokakta yatıyordu. Sonra hiç beklenmedik bir şey yaptı, kıpırdadı. Cevdet’in önce gözleri büyüdü, sonra kaşları çatıldı. Mehmet’e döndü, ‘’nasıl olur, nasıl hayatta kalabilir?’’ diye sordu. Mehmet salondaki büyük koltuklardan birine çöktü, ‘’çünkü Ahmet çok sıska. Esas istediği benim, daha şişkoyum ve daha iyi durumdayım’’ dedi. Gerçekten de şişkoydu, en şişkoları oydu. Cevdet perdeyi çekip tekrar kardeşine döndü, ‘’neden onu buraya getirdin?’’ diye öfkeli bir biçimde sordu. Mehmet’in kulakları dikildi, yüzü kızarmaya alnındaki damarlar belirginleşmeye başladı, oturduğu yerden ayağa kalkıp öfkeyle bağırarak ‘’ne demek neden buraya getirdin onu? Ne yapsaydım, polise gitseydim de bir araba dayak mı yeseydim onlardan? Hem o zaman Ahmet kesin ölürdü, ama ikimiz birlikte olursak bir ansımız var derim’’ diye bağırdı. Cevdet kendine hâkim olamadı, tükürükler saçarak Mehmet’in suratına gülmeye başladı, ‘’neden ardım edecekmişim? Bu senin kavgan benim değil. Hem baksana bir bana, benim size benzer bir yanım mı kaldı? Yok efendim, git kendi savaşını kendin ver‘’ diyerek oturduğu yerden kalktı. Mehmet’in yüzü sinirden kıpkırmızı olmuştu, ama sustu. Bu saatten sonra konuşmanın pek bir manası olmayacağını düşündü. Ayağa kalkıp sert bir ses tonuyla ‘’bari kapıya kadar eşlik et’’ diye ağabeyini tersledi. Cevdet’in yüzündeki sırıtma biraz daha büyüdü, ‘’hayhay’’ dedi, ardından salondan çıkıp evin kapısına doğru yürüdü.

Mehmet sesini çıkartmadan salondan çıkıp Cevdet’in eşinden kapıya kadar yürüdü. Cevdet kardeşine kapıyı açtı, ‘’çabuk ol uykum kaçacak gene’’ dedi. Mehmet karşı sokakta ona bakan kurtla göz göze, kafasını çevirmeden kardeşine ‘’bak, işte kurt orada’’ diyerek kutru işaret etti. Cevdet boş bir ifade ile kafasını çevirip karşı kaldırımda sırıtan kutra baktı, ‘’ee ne olmuş?’’ diye sordu. Mehmet birden kardeşine döndü, gırtlağından ve omzundan tutup onu kapıdan dışarıya fırlattı, kapıyı arkasından kapattı. Cevdet büyük, ince, koyu bir çığlık patlattı. Kalın sesinin yerine cırtlayan bir sesle kapısını yumruklamaya başladı, ardından ‘’ne yapıyorsun seni yüzsüz, içeri al beni’’ diye cırtlak bir tehdit savurdu. Mehmet kapının arkasından ‘’kendi savaşımı veriyorum’’ diye bağırıp salona geçti, koltuklardan birine kendini bıraktı. Dışarıdan gelen bağırış çağırış birkaç saniye içinde sona erdi. Mehmet pencereden sokağın boş olduğuna ikna olunca evden dışarı çıktı ve karşı kaldırımda yatan kardeşini sırtına alıp eve geri taşıdı. Ahmet baygındı ama iyi durumdaydı.

10 Mart 2010 Çarşamba

pısırığın uykusu

“Rahatsız oluyorsun, istersen balkona çık” dedi Onur ve gözlerimin içine bakarak sigarasının dumanını burun deliklerinden dışarı püskürttü. Sigara içmiyordum, bunu biliyordu ama gene de baş başayken sigara içiyordu. Duman gırtlağımı yakmaya başlamıştı, oturduğum koltuktan kalktım ve kendimi balkona kapattım. Son bir aydır her akşamüzeri Onur’un yeni sevgilisi onu ziyarete geliyor, birlikte mutlu aileyi oynuyordular. Koltuğa oturuyor ve birbirlerine gün içinde olan biteni rapor ediyorlar. Onur için dünyadaki en önemli şey birden bire Aylin’in kuaförde geçirdiği iki saat oluyor ve ben hayatımın iki koca saatini tavana bakarak geçiriyorum. Onları dinleyip dinlememem pek umurlarında değil, zaten orda olmamın tek sebebi Aylin’in ne kadar “harikulade” olduğunu ve benim ne kadar olmadığımın altını çizmek olduğunun farkındayım.
Onur’un insan seçimini daima takdir etmişimdir. Her zaman en eğlenceli ve ilgi çekici insanlar ile birlikte olurdu, bir sürü lideriydi ve sürüsüne itici birini aldığını asla göremezdiniz. Onu neredeyse beş yaşımdan beri, annemin, kardeşim ile benim ellerimden tutup apartmana yeni taşınan komşuyu ziyarete sürüklemesinden beri tanırım. Annem de böyle şeyleri Onur gibi oldukça sık yapar. Sizin yerinize karar verip sizi korur ve gözetir. İkisi de savaşçı ve liderdir. Tabi Onur o zamanlar daha küçüktü ve çevresinde peşine takabileceği fazla insan yoktu. Aylin’in yerimi alması neredeyse bütün bir çocukluk dönemi boyunca beklemişti.
Görünüş olarak bir erkeğe benzediğim için Onur ile aynı eve çıkmam çok da zor olmadı. Kendi ailem bile benden umudu kesmişti. Tabi ayrı eve çıkma fikri de diğer bütün “birlikte” fikirleri gibi Onur’dan çıkmıştı. Onun bütün fikirleri “birlikte” ve “beraber” kavramları üzerine kurulurdu. O da benim gibi hiç bir şeyi tek başına yapamazdı. Bunu kırmak, kimseye bel bağlamamak istemişti. O benim aksime daha başı boş yetişmişti. Bu yönden ona biraz acıyordum ama bu ne ona ne de bir başkasına bir şey ifade etmiyordu. Artık o küçük erkek kardeş aramıyordu, o daha narin ve daha güzel bir şeyleri arıyordu. Balkonun korkuluklarına yaslanıp yağan yağmuru izlerken bunları düşünüyordum. Bir yerde kendimi ikna ediyordum.
Benim çocukluğum daha çok kendimi ikna ederek ve kimseye hayır diyemeyerek geçmişti. Savaşmayı hiç beceremedim, beni sürekli kollayan birileri mutlaka olurdu. Kendimi pısırık biri olarak yetiştirdim, böylesi daha çok hoşuma gitmişti. Tembeldim ve başkasının benim yerime karar vermesine alışıktım (Hala da öyleyim). Ayrı eve çıkmayı kabul edişim de biraz bu yüzdendir. Bir sabah Onur ile otururken bana ayrı eve çıkmayı önerdi. Benim için daha iyi olacağını, ailemden ve evde gördüğüm bütün o baskıdan uzaklaşabileceğimi söylemişti. Başta istemedim, çok teferruatlı bir işti ve Onur ile birlikte yaşamak istediğimi zannetmiyordum. Ama ona itiraz edemedim. Ona onunla eve çıkmak istemediğimi, çünkü aşırı kontrolcü ve uzun vadede sinir bozacak derecede yapışık biri olduğunu söyleyecek cesareti kendimde bulamadım. Ayrıca kız olmamın bir şey ifade etmediğini de biliyordum. Zaten hiçbir zaman etmezdi. Böylece kendimi kabullenişin güçlü kollarına bıraktım. Uzaklaşma ve saklanma fikrinin güzel gelmesini, buna ihtiyacım olduğunu ve Onur’un bana saydığı diğer bütün gerekçeleri sindirmeye başladım.
Ev dediğime bakmayın, oldukça küçük bir apartman dairesi bulup yerleşmiştik. Bir oda, bir salon, açık mutfak ve bir banyodan ibaretti. Onur’un odayı almak için beni ikna edeceğini biliyordum ve o bunu yapmadan salonda yatmak için gönüllü oldum. Daha en baştan kontrolde olduğunu bana hissettirmesini istememiştim ve salonun pencereleri daha genişti. Ayrıca evin neredeyse tek özelliği küçük balkonunun bir parça deniz görmesiydi.
Salona girdiğimde Aylin gene sevgilisinin yanına oturmuştu, ben de gene karşılarındaki eski kahverengi eski koltuğa gömüldüm. Bu koltuğu taşındığımızın ertesi günü sokakta bulmuştuk. Bunun gibi evdeki bir çok eşyayı da dışarıdan toplamıştık. Duvardaki posterler, salondaki tek ayağının yerine kitap döşenmiş küçük masa ve benim en sevdiğim iki rafı eksik kitaplık evin havasını oldukça değiştirmişti. Burası benim için bir evden çok ganimetlerimi sakladığım bir mahzendi. Materyalist biri olduğum da her halimden anlaşılırdı, eve gelen herkese kitaplığımdan uzak durmasını söylerdim. Aylin gene konuşmaya başlamıştı. Anlaşılan bu gün çektirdiği fön ona yetmemişti. Oturduğum yerden kollarımı sarkıttım ve etrafa bakınmaya başladım. Bu eve taşındığımda yanıma sadece iki tane çanta almıştım, eşyalarımı hep çantalara koyardım. Bu kendimi daha özgür hissetmemi sağlıyor, bana enerji veriyordu. Bir yerden kaçamadığımı hissettiğim zaman uykum gelir, elim ayağım çekilir. Bedenimi savaşmaktan ziyade kaçmaya programladığımdan olsa gerek, bir sorunun üstesinden gelemediğim zaman sızarım. Son zamanlarda bunu daha net olarak görebiliyorum. Özellikle de Aylin konuşurken kollarımın ve bacaklarımın birden uyuşmasını buna örnek olarak gösterebilirim. Bunun için çantalarım hep topludur. Böylece kendimi, canımı sıkan herhangi bir konuşmadan kolayca kaçabileceğime inandırıyorum.
Her neyse, Aylin birden oturduğu yerden kalktı ve bir yere gitmesi gerektiğini, acelesi olduğunu söyledi. Tam olarak ne dediğini dinlememiştim, daha çok gereğinden fazla doldurulup şişen pembe sırt çantama ve yeşil kulplu lacivert valizime odaklanmıştım. Ama Aylin’in acelesi vardı ve bu iyi bir şeydi, hem dışarı çıkmak için benim de bir mazerete ihtiyacım vardı. Bulaşık sırası o akşam bendeydi ve salonda oturduğum her dakikanın başında Onur bulaşığı ne zaman yıkayacağımı soracaktı. Hızla ayağa kalktım ve sanki onun ayağa kalktığını görmemiş, görse bile umurunda olmayan bir tavır takınmaya çalıştım. Bir kere daha ne kadar kötü bir oyuncu olduğumu fark ettim.
Aylin’e, benim de dışarı çıkmam gerektiğini isterse beraber çıkabileceğimizi söyledim. İnci gibi düzgün beyaz dişlerini göstererek kocaman gülümsedi. Onun gülüşü karşısında sırıtmaya çekindim ve dudaklarımı tebessüm etmeye zorladım. Giyinip evden çıktım ve Aylin’in vedalaşıp gelmesini bekledim. Kızın “güle güle” demesi bile yarım saati buluyordu. Apartmandan çıktık ve yağmurun altında otobüs durağına kadar konuşmadan hızlı adımlarla yürüdük. Durağa varıp beklemeye başladığımızda da kısa süren bir sessizlik oldu. Sessizliği Aylin bozdu. Bana yakında Onur ile ayrı bir eve çıkmak istediklerini söyledi, “iyi” dedim, “zaten bekliyordum, birbirinize çok yakışıyorsunuz. Gülümsedi, “sen de kendine birini bulmayacak mısın? Hani saçlarını biraz uzatsan, biraz daha renkli giyinsen…” diye karşılık verdi. Ona gülümseyip teşekkür ettim, böyle görünmemin ya da giyinmemin benim seçimim değil de toplumun bana biçtiği bir rol olduğunu ona anlatmaya hazırladım kendimi. İnsanlar ile olan ilişkim bu tür tiratlar üzerine kuruluydu ama o an bütün bunları anlatmanın hiçbir anlamının kalmadığını fark etmiştim, sürüde bir tek Onur ve ben kalmıştık ve şimdi Onur gidiyordu, beni sürüden atmış ve yerime Aylin’i bulmuştu. Kabaca söylemek gerekirse bütün hadise kafama o an dank etti. İşin kötüsü Aylin de bütün bunların farkındaydı, o sistemin işleyişini çözmüştü, o (ne yazık ki) o kadar da salak değildi. Otobüsü geldiğinde bana o kocaman gülümsemesinden bir tane daha verdi ve araca binip gitti.
Önce kötü hissetmeye çalıştım, sonra ağlamaya çalıştım ama o an için ikisi de bana anlamsız ve gereksiz geldiler. Onun yerine eve döndüm, bulaşıkları yıkadım ve kendimi koltuğa bıraktım. Yorgun hissediyordum, yorgun olmalıydım. Bir şeyler yanlış geliyordu ama düşünemeyecek kadar uykum vardı. Gözlerimi kapattım ve düşünmekten vazgeçtim. Kendimi hafifçe cama vuran yağmura verdim. Farkına bile varmadan uykuya daldım.
“Rahatsız oluyorsun, istersen balkona çık” dedi Onur ve gözlerimin içine bakarak sigarasının dumanını burun deliklerinden dışarı püskürttü. Sigara içmiyordum, bunu biliyordu ama gene de baş başayken sigara içiyordu. Duman gırtlağımı yakmaya başlamıştı, oturduğum koltuktan kalktım ve kendimi balkona kapattım. Son bir aydır her akşamüzeri Onur’un yeni sevgilisi onu ziyarete geliyor, birlikte mutlu aileyi oynuyordular. Koltuğa oturuyor ve birbirlerine gün içinde olan biteni rapor ediyorlar. Onur için dünyadaki en önemli şey birden bire Aylin’in kuaförde geçirdiği iki saat oluyor ve ben hayatımın iki koca saatini tavana bakarak geçiriyorum. Onları dinleyip dinlememem pek umurlarında değil, zaten orda olmamın tek sebebi Aylin’in ne kadar “harikulade” olduğunu ve benim ne kadar olmadığımın altını çizmek olduğunun farkındayım.
Onur’un insan seçimini daima takdir etmişimdir. Her zaman en eğlenceli ve ilgi çekici insanlar ile birlikte olurdu, bir sürü lideriydi ve sürüsüne itici birini aldığını asla göremezdiniz. Onu neredeyse beş yaşımdan beri, annemin, kardeşim ile benim ellerimden tutup apartmana yeni taşınan komşuyu ziyarete sürüklemesinden beri tanırım. Annem de böyle şeyleri Onur gibi oldukça sık yapar. Sizin yerinize karar verip sizi korur ve gözetir. İkisi de savaşçı ve liderdir. Tabi Onur o zamanlar daha küçüktü ve çevresinde peşine takabileceği fazla insan yoktu. Aylin’in yerimi alması neredeyse bütün bir çocukluk dönemi boyunca beklemişti.
Görünüş olarak bir erkeğe benzediğim için Onur ile aynı eve çıkmam çok da zor olmadı. Kendi ailem bile benden umudu kesmişti. Tabi ayrı eve çıkma fikri de diğer bütün “birlikte” fikirleri gibi Onur’dan çıkmıştı. Onun bütün fikirleri “birlikte” ve “beraber” kavramları üzerine kurulurdu. O da benim gibi hiç bir şeyi tek başına yapamazdı. Bunu kırmak, kimseye bel bağlamamak istemişti. O benim aksime daha başı boş yetişmişti. Bu yönden ona biraz acıyordum ama bu ne ona ne de bir başkasına bir şey ifade etmiyordu. Artık o küçük erkek kardeş aramıyordu, o daha narin ve daha güzel bir şeyleri arıyordu. Balkonun korkuluklarına yaslanıp yağan yağmuru izlerken bunları düşünüyordum. Bir yerde kendimi ikna ediyordum.
Benim çocukluğum daha çok kendimi ikna ederek ve kimseye hayır diyemeyerek geçmişti. Savaşmayı hiç beceremedim, beni sürekli kollayan birileri mutlaka olurdu. Kendimi pısırık biri olarak yetiştirdim, böylesi daha çok hoşuma gitmişti. Tembeldim ve başkasının benim yerime karar vermesine alışıktım (Hala da öyleyim). Ayrı eve çıkmayı kabul edişim de biraz bu yüzdendir. Bir sabah Onur ile otururken bana ayrı eve çıkmayı önerdi. Benim için daha iyi olacağını, ailemden ve evde gördüğüm bütün o baskıdan uzaklaşabileceğimi söylemişti. Başta istemedim, çok teferruatlı bir işti ve Onur ile birlikte yaşamak istediğimi zannetmiyordum. Ama ona itiraz edemedim. Ona onunla eve çıkmak istemediğimi, çünkü aşırı kontrolcü ve uzun vadede sinir bozacak derecede yapışık biri olduğunu söyleyecek cesareti kendimde bulamadım. Ayrıca kız olmamın bir şey ifade etmediğini de biliyordum. Zaten hiçbir zaman etmezdi. Böylece kendimi kabullenişin güçlü kollarına bıraktım. Uzaklaşma ve saklanma fikrinin güzel gelmesini, buna ihtiyacım olduğunu ve Onur’un bana saydığı diğer bütün gerekçeleri sindirmeye başladım.
Ev dediğime bakmayın, oldukça küçük bir apartman dairesi bulup yerleşmiştik. Bir oda, bir salon, açık mutfak ve bir banyodan ibaretti. Onur’un odayı almak için beni ikna edeceğini biliyordum ve o bunu yapmadan salonda yatmak için gönüllü oldum. Daha en baştan kontrolde olduğunu bana hissettirmesini istememiştim ve salonun pencereleri daha genişti. Ayrıca evin neredeyse tek özelliği küçük balkonunun bir parça deniz görmesiydi.
Salona girdiğimde Aylin gene sevgilisinin yanına oturmuştu, ben de gene karşılarındaki eski kahverengi eski koltuğa gömüldüm. Bu koltuğu taşındığımızın ertesi günü sokakta bulmuştuk. Bunun gibi evdeki bir çok eşyayı da dışarıdan toplamıştık. Duvardaki posterler, salondaki tek ayağının yerine kitap döşenmiş küçük masa ve benim en sevdiğim iki rafı eksik kitaplık evin havasını oldukça değiştirmişti. Burası benim için bir evden çok ganimetlerimi sakladığım bir mahzendi. Materyalist biri olduğum da her halimden anlaşılırdı, eve gelen herkese kitaplığımdan uzak durmasını söylerdim. Aylin gene konuşmaya başlamıştı. Anlaşılan bu gün çektirdiği fön ona yetmemişti. Oturduğum yerden kollarımı sarkıttım ve etrafa bakınmaya başladım. Bu eve taşındığımda yanıma sadece iki tane çanta almıştım, eşyalarımı hep çantalara koyardım. Bu kendimi daha özgür hissetmemi sağlıyor, bana enerji veriyordu. Bir yerden kaçamadığımı hissettiğim zaman uykum gelir, elim ayağım çekilir. Bedenimi savaşmaktan ziyade kaçmaya programladığımdan olsa gerek, bir sorunun üstesinden gelemediğim zaman sızarım. Son zamanlarda bunu daha net olarak görebiliyorum. Özellikle de Aylin konuşurken kollarımın ve bacaklarımın birden uyuşmasını buna örnek olarak gösterebilirim. Bunun için çantalarım hep topludur. Böylece kendimi, canımı sıkan herhangi bir konuşmadan kolayca kaçabileceğime inandırıyorum.
Her neyse, Aylin birden oturduğu yerden kalktı ve bir yere gitmesi gerektiğini, acelesi olduğunu söyledi. Tam olarak ne dediğini dinlememiştim, daha çok gereğinden fazla doldurulup şişen pembe sırt çantama ve yeşil kulplu lacivert valizime odaklanmıştım. Ama Aylin’in acelesi vardı ve bu iyi bir şeydi, hem dışarı çıkmak için benim de bir mazerete ihtiyacım vardı. Bulaşık sırası o akşam bendeydi ve salonda oturduğum her dakikanın başında Onur bulaşığı ne zaman yıkayacağımı soracaktı. Hızla ayağa kalktım ve sanki onun ayağa kalktığını görmemiş, görse bile umurunda olmayan bir tavır takınmaya çalıştım. Bir kere daha ne kadar kötü bir oyuncu olduğumu fark ettim.
Aylin’e, benim de dışarı çıkmam gerektiğini isterse beraber çıkabileceğimizi söyledim. İnci gibi düzgün beyaz dişlerini göstererek kocaman gülümsedi. Onun gülüşü karşısında sırıtmaya çekindim ve dudaklarımı tebessüm etmeye zorladım. Giyinip evden çıktım ve Aylin’in vedalaşıp gelmesini bekledim. Kızın “güle güle” demesi bile yarım saati buluyordu. Apartmandan çıktık ve yağmurun altında otobüs durağına kadar konuşmadan hızlı adımlarla yürüdük. Durağa varıp beklemeye başladığımızda da kısa süren bir sessizlik oldu. Sessizliği Aylin bozdu. Bana yakında Onur ile ayrı bir eve çıkmak istediklerini söyledi, “iyi” dedim, “zaten bekliyordum, birbirinize çok yakışıyorsunuz. Gülümsedi, “sen de kendine birini bulmayacak mısın? Hani saçlarını biraz uzatsan, biraz daha renkli giyinsen…” diye karşılık verdi. Ona gülümseyip teşekkür ettim, böyle görünmemin ya da giyinmemin benim seçimim değil de toplumun bana biçtiği bir rol olduğunu ona anlatmaya hazırladım kendimi. İnsanlar ile olan ilişkim bu tür tiratlar üzerine kuruluydu ama o an bütün bunları anlatmanın hiçbir anlamının kalmadığını fark etmiştim, sürüde bir tek Onur ve ben kalmıştık ve şimdi Onur gidiyordu, beni sürüden atmış ve yerime Aylin’i bulmuştu. Kabaca söylemek gerekirse bütün hadise kafama o an dank etti. İşin kötüsü Aylin de bütün bunların farkındaydı, o sistemin işleyişini çözmüştü, o (ne yazık ki) o kadar da salak değildi. Otobüsü geldiğinde bana o kocaman gülümsemesinden bir tane daha verdi ve araca binip gitti.
Önce kötü hissetmeye çalıştım, sonra ağlamaya çalıştım ama o an için ikisi de bana anlamsız ve gereksiz geldiler. Onun yerine eve döndüm, bulaşıkları yıkadım ve kendimi koltuğa bıraktım. Yorgun hissediyordum, yorgun olmalıydım. Bir şeyler yanlış geliyordu ama düşünemeyecek kadar uykum vardı. Gözlerimi kapattım ve düşünmekten vazgeçtim. Kendimi hafifçe cama vuran yağmura verdim. Farkına bile varmadan uykuya daldım.
“Rahatsız oluyorsun, istersen balkona çık” dedi Onur ve gözlerimin içine bakarak sigarasının dumanını burun deliklerinden dışarı püskürttü. Sigara içmiyordum, bunu biliyordu ama gene de baş başayken sigara içiyordu. Duman gırtlağımı yakmaya başlamıştı, oturduğum koltuktan kalktım ve kendimi balkona kapattım. Son bir aydır her akşamüzeri Onur’un yeni sevgilisi onu ziyarete geliyor, birlikte mutlu aileyi oynuyordular. Koltuğa oturuyor ve birbirlerine gün içinde olan biteni rapor ediyorlar. Onur için dünyadaki en önemli şey birden bire Aylin’in kuaförde geçirdiği iki saat oluyor ve ben hayatımın iki koca saatini tavana bakarak geçiriyorum. Onları dinleyip dinlememem pek umurlarında değil, zaten orda olmamın tek sebebi Aylin’in ne kadar “harikulade” olduğunu ve benim ne kadar olmadığımın altını çizmek olduğunun farkındayım.
Onur’un insan seçimini daima takdir etmişimdir. Her zaman en eğlenceli ve ilgi çekici insanlar ile birlikte olurdu, bir sürü lideriydi ve sürüsüne itici birini aldığını asla göremezdiniz. Onu neredeyse beş yaşımdan beri, annemin, kardeşim ile benim ellerimden tutup apartmana yeni taşınan komşuyu ziyarete sürüklemesinden beri tanırım. Annem de böyle şeyleri Onur gibi oldukça sık yapar. Sizin yerinize karar verip sizi korur ve gözetir. İkisi de savaşçı ve liderdir. Tabi Onur o zamanlar daha küçüktü ve çevresinde peşine takabileceği fazla insan yoktu. Aylin’in yerimi alması neredeyse bütün bir çocukluk dönemi boyunca beklemişti.
Görünüş olarak bir erkeğe benzediğim için Onur ile aynı eve çıkmam çok da zor olmadı. Kendi ailem bile benden umudu kesmişti. Tabi ayrı eve çıkma fikri de diğer bütün “birlikte” fikirleri gibi Onur’dan çıkmıştı. Onun bütün fikirleri “birlikte” ve “beraber” kavramları üzerine kurulurdu. O da benim gibi hiç bir şeyi tek başına yapamazdı. Bunu kırmak, kimseye bel bağlamamak istemişti. O benim aksime daha başı boş yetişmişti. Bu yönden ona biraz acıyordum ama bu ne ona ne de bir başkasına bir şey ifade etmiyordu. Artık o küçük erkek kardeş aramıyordu, o daha narin ve daha güzel bir şeyleri arıyordu. Balkonun korkuluklarına yaslanıp yağan yağmuru izlerken bunları düşünüyordum. Bir yerde kendimi ikna ediyordum.
Benim çocukluğum daha çok kendimi ikna ederek ve kimseye hayır diyemeyerek geçmişti. Savaşmayı hiç beceremedim, beni sürekli kollayan birileri mutlaka olurdu. Kendimi pısırık biri olarak yetiştirdim, böylesi daha çok hoşuma gitmişti. Tembeldim ve başkasının benim yerime karar vermesine alışıktım (Hala da öyleyim). Ayrı eve çıkmayı kabul edişim de biraz bu yüzdendir. Bir sabah Onur ile otururken bana ayrı eve çıkmayı önerdi. Benim için daha iyi olacağını, ailemden ve evde gördüğüm bütün o baskıdan uzaklaşabileceğimi söylemişti. Başta istemedim, çok teferruatlı bir işti ve Onur ile birlikte yaşamak istediğimi zannetmiyordum. Ama ona itiraz edemedim. Ona onunla eve çıkmak istemediğimi, çünkü aşırı kontrolcü ve uzun vadede sinir bozacak derecede yapışık biri olduğunu söyleyecek cesareti kendimde bulamadım. Ayrıca kız olmamın bir şey ifade etmediğini de biliyordum. Zaten hiçbir zaman etmezdi. Böylece kendimi kabullenişin güçlü kollarına bıraktım. Uzaklaşma ve saklanma fikrinin güzel gelmesini, buna ihtiyacım olduğunu ve Onur’un bana saydığı diğer bütün gerekçeleri sindirmeye başladım.
Ev dediğime bakmayın, oldukça küçük bir apartman dairesi bulup yerleşmiştik. Bir oda, bir salon, açık mutfak ve bir banyodan ibaretti. Onur’un odayı almak için beni ikna edeceğini biliyordum ve o bunu yapmadan salonda yatmak için gönüllü oldum. Daha en baştan kontrolde olduğunu bana hissettirmesini istememiştim ve salonun pencereleri daha genişti. Ayrıca evin neredeyse tek özelliği küçük balkonunun bir parça deniz görmesiydi.
Salona girdiğimde Aylin gene sevgilisinin yanına oturmuştu, ben de gene karşılarındaki eski kahverengi eski koltuğa gömüldüm. Bu koltuğu taşındığımızın ertesi günü sokakta bulmuştuk. Bunun gibi evdeki bir çok eşyayı da dışarıdan toplamıştık. Duvardaki posterler, salondaki tek ayağının yerine kitap döşenmiş küçük masa ve benim en sevdiğim iki rafı eksik kitaplık evin havasını oldukça değiştirmişti. Burası benim için bir evden çok ganimetlerimi sakladığım bir mahzendi. Materyalist biri olduğum da her halimden anlaşılırdı, eve gelen herkese kitaplığımdan uzak durmasını söylerdim. Aylin gene konuşmaya başlamıştı. Anlaşılan bu gün çektirdiği fön ona yetmemişti. Oturduğum yerden kollarımı sarkıttım ve etrafa bakınmaya başladım. Bu eve taşındığımda yanıma sadece iki tane çanta almıştım, eşyalarımı hep çantalara koyardım. Bu kendimi daha özgür hissetmemi sağlıyor, bana enerji veriyordu. Bir yerden kaçamadığımı hissettiğim zaman uykum gelir, elim ayağım çekilir. Bedenimi savaşmaktan ziyade kaçmaya programladığımdan olsa gerek, bir sorunun üstesinden gelemediğim zaman sızarım. Son zamanlarda bunu daha net olarak görebiliyorum. Özellikle de Aylin konuşurken kollarımın ve bacaklarımın birden uyuşmasını buna örnek olarak gösterebilirim. Bunun için çantalarım hep topludur. Böylece kendimi, canımı sıkan herhangi bir konuşmadan kolayca kaçabileceğime inandırıyorum.
Her neyse, Aylin birden oturduğu yerden kalktı ve bir yere gitmesi gerektiğini, acelesi olduğunu söyledi. Tam olarak ne dediğini dinlememiştim, daha çok gereğinden fazla doldurulup şişen pembe sırt çantama ve yeşil kulplu lacivert valizime odaklanmıştım. Ama Aylin’in acelesi vardı ve bu iyi bir şeydi, hem dışarı çıkmak için benim de bir mazerete ihtiyacım vardı. Bulaşık sırası o akşam bendeydi ve salonda oturduğum her dakikanın başında Onur bulaşığı ne zaman yıkayacağımı soracaktı. Hızla ayağa kalktım ve sanki onun ayağa kalktığını görmemiş, görse bile umurunda olmayan bir tavır takınmaya çalıştım. Bir kere daha ne kadar kötü bir oyuncu olduğumu fark ettim.
Aylin’e, benim de dışarı çıkmam gerektiğini isterse beraber çıkabileceğimizi söyledim. İnci gibi düzgün beyaz dişlerini göstererek kocaman gülümsedi. Onun gülüşü karşısında sırıtmaya çekindim ve dudaklarımı tebessüm etmeye zorladım. Giyinip evden çıktım ve Aylin’in vedalaşıp gelmesini bekledim. Kızın “güle güle” demesi bile yarım saati buluyordu. Apartmandan çıktık ve yağmurun altında otobüs durağına kadar konuşmadan hızlı adımlarla yürüdük. Durağa varıp beklemeye başladığımızda da kısa süren bir sessizlik oldu. Sessizliği Aylin bozdu. Bana yakında Onur ile ayrı bir eve çıkmak istediklerini söyledi, “iyi” dedim, “zaten bekliyordum, birbirinize çok yakışıyorsunuz. Gülümsedi, “sen de kendine birini bulmayacak mısın? Hani saçlarını biraz uzatsan, biraz daha renkli giyinsen…” diye karşılık verdi. Ona gülümseyip teşekkür ettim, böyle görünmemin ya da giyinmemin benim seçimim değil de toplumun bana biçtiği bir rol olduğunu ona anlatmaya hazırladım kendimi. İnsanlar ile olan ilişkim bu tür tiratlar üzerine kuruluydu ama o an bütün bunları anlatmanın hiçbir anlamının kalmadığını fark etmiştim, sürüde bir tek Onur ve ben kalmıştık ve şimdi Onur gidiyordu, beni sürüden atmış ve yerime Aylin’i bulmuştu. Kabaca söylemek gerekirse bütün hadise kafama o an dank etti. İşin kötüsü Aylin de bütün bunların farkındaydı, o sistemin işleyişini çözmüştü, o (ne yazık ki) o kadar da salak değildi. Otobüsü geldiğinde bana o kocaman gülümsemesinden bir tane daha verdi ve araca binip gitti.
Önce kötü hissetmeye çalıştım, sonra ağlamaya çalıştım ama o an için ikisi de bana anlamsız ve gereksiz geldiler. Onun yerine eve döndüm, bulaşıkları yıkadım ve kendimi koltuğa bıraktım. Yorgun hissediyordum, yorgun olmalıydım. Bir şeyler yanlış geliyordu ama düşünemeyecek kadar uykum vardı. Gözlerimi kapattım ve düşünmekten vazgeçtim. Kendimi hafifçe cama vuran yağmura verdim. Farkına bile varmadan uykuya daldım.