13 Aralık 2009 Pazar

Sandık

Gecenin kör karanlığında, bütün kapıları kitledi, bütün perdeleri çekti. Dışardaki rüzgarın cama vuruşunu dinledi ve salonun ortasındaki masanın üzerine çıkıp “ilk anım” dedi. “Kafama yerleşmiş ilk anım, dışardaki rüzgarın bana seslenişi. Ta annemin karnından beri duyarım bu sesi. Huzur verir bana, içerde olduğumu hatırlatır bu ses. Bu salonun ortasında, avazım çıktığı kadar bağırsam da, küfretsem de anama babama bilirim gelip de kulağımı çekemeyeceklerini, çünkü bütün perdeler çekili bütün kapılar kilitli. Kış gecelerini bu yüzden seviyorum, saklanmak için mazeret oluyor bana. Bir yaz akşamı ya da bahar sabahı saklanamam hiç, hatta korkarım ufaktan. Her an bir el uzanıp da elimdeki oyuncağı alacakmış gibi gelir bana. Bu sebepten sadece kışın çıkartırdım oyuncaklarımı koca oyuncak sandığımdan, sadece kışın oynardım onlarla”. Masadan indi ve ellerini arkasında kavuşturup salona topladığı eşyaların arasında gezinmeye başladı. Kitaplığının rafına koyduğu minyatür alman tankına dönüp, “Çok iyi hatırlarım” dedi, “oyuncaklarımı, sizi hep düzgün yerleştirirdim yerlerinize, hiç birinizi tıkmadım vahşice, hiç birinize saygısızlık etmedim. Her sabah günaydın dedim size her akşam üstünüzü örttüm. Sen ne düşünüyorsun alman tankı? Susuyorsun, elbette susuyorsun”. Arkasını dönüp odasının öbür ucundaki televizyonun önüne dizdiği bir tabur plastik askere doğru seslendi “siz ne düşünüyorsunuz? Size iyi davrandım sizi sevdim. Aranızda yaşamam için yetmez mi bu kadarı? Bu koca sandıkta, bana da bir yer yok mu? Yok mu dışarısının gürültüsünden saklanabileceğim bir köşe? Unutmayın ben doldurdum bu sandığı, ben aldım sizi içeri. Ben isim taktım size, ben yarattım her birinizi. Duvara asılı porselen bir bebeğe döndü, katı bir sesle “ters ters bakma bana öyle, yoksa kırarım o porselen kafanı, yolarım sarı saçlarını. Neden? Neden sığmayacak mışım buraya, bu büyük sandığa? Ha, efendim, buraya ait değil miymişim, kapağını açmak mıymış tek görevim. Hadi lan ordan. Peki sen, sen peluş tavşan. Hep sarılmamı isterdin sana, uyurken ben geceleri, ne oldu da birden düşman oldun efendine?”. Bir iki adım geriledi oyuncak efendisi, sonra peluş tavşanın önünde, dizlerinin üstüne çöktü, sesi üstüne basılmış lağım faresini andıran bir sesle tavşanın yanındaki küçük el kuklasına, “lütfen” dedi “bari sen anla şu halimi. Ben kurdum bu dünyayı ben. Ne demek alamayız seni, nasıl bir laftır bu kulağım çekilirmiş gibi acıtır canımı. Kendi doldurduğum sandıkta nasıl bana da yer olmaz? Ne, çok mu şişkoyum, çok mu çirkinim! Sen kendine bak be patates suratlı, kepçe kulaklı meymenetsiz kukla bozması”. Yavaşça doğruldu çöktüğü yerden şişko efendi, tekrar salonun ortasına geçip masanın üstüne oturdu. Porselen bebek ters ters baktı ona, plastik asker taburu kalbine nişan aldılar onun. Yavaşça süzdü oyuncaklarını, “Çok mu doldurdum ben bu kutuyu, çok mu şımarttım hayallerimi” dedi. “Gözyaşlarıma bile acımadınız. İnsafsızsınız siz, evet evet kötü kalplisiniz, hatta bir merhabayı bile çok görürsünüz ilerde. Ama şunu bilin ki bu sandık benim, bir başkasını da istemem. Bu sebepten yallah dışarı, hasta etmeyin adamı.” Masanın üzerinden kalkıp yerden bir poşet aldı, önce plastik askerleri sonra da porselen bebeği tıktı içine. Alman tankı, peluş oyuncaklar, bez bebekler maruanette ler derken boşalttı bütün salonu, şişirdi naylon torbayı, sonra çekti perdeyi, fırlattı camdan dışarı. “Gidin” diye bağırdı arkasından torbanın, “Artık size yer yok anılarımda, koca kel kafamda. Defolun, uzaklaşın evimden, kuru topraklı bahçemden”. Öfkeli efendi açtı evinin bütün kapılarını pencerelerini, “temizlensin ruhum” diye haykırdı, salonuna dolan rüzgarın uğultusunu bastırırcasına, “kalmasın hiçbir hayalim yerinde, unutayım çocukluğumu büyüsün sandığım benimle”. Ve kış mevsimi bütün öfkesi ile salonda aktı, beyaz kar oyuncakların yerini doldurdu. Güldü kel adam, rüzgarla birlikte o da gürledi. Sonra yoruldu, masanın üzerine uzandı. Beyaz kar üstünü örttü, adamcağız oracıkta uykuya daldı.

Hiç yorum yok: