26 Nisan 2010 Pazartesi

Kulaç

“Geldik” dedim. Arabayı durdurana kadar ses etmeden dışarıya bakmayı sürdürdü. Kumsalın dışında arabayı park edip araçtan dışarıya çıktım. İfadesiz beni takip etti. Aracın arka koltuklarında duran havluları alırken “Halil, ne düşünüyorsun?” diye sordum. Kafasını kaldırmadan “hatırlıyor musun, ilk geldiğimizde denizi yüzerek geçtiğini söylemiştin. O günü düşünüyordum” diye cevap verdi. Gülümsedim, “güzel bir gündü diye hatırlıyorum” dedim. İfadesizliğini bozmadan “evet, güzel bir gündü” dedi, elimden kendi havlusunu alıp önden plaja doğru yürümeye başladı.
Hava çok serin değildi. Yaz aylarının akşamlarında denize girmeyi öğlelerinde girmekten daha çok seviyordum. Renkler daha hoş, kumsal ise daha boş olurdu. Ayrıca kumlar ayaklarımı da yakmazdı. Terliklerimi elime alıp yalın ayak Halil’in peşinden gittim. İçimden ne kadar da çabuk büyüdüğünü geçirdim. Ona yetişip “kaç oldu senin boyun” diye sordum. Sakince “1. 75” dedi. Havlumu kumlara sererken “yaşına göre çok iyi” diye onu onayladım. Teşekkür edip havlumun iki adım ötesine havlusunu yayıp üstünü çıkartmaya başladı. Ben üstümü çıkarttığımda o çoktan soyunmuş, denize doğru koşuyordu. Peşinden gitmedim, havlumun üzerine oturup denizi, dalgaları izlemeye başladım. Kıyıdan bana “sen gelmiyor musun diye seslendi. Oturduğum yerden “sonra gireceğim” diye seslendim. Halil kafasını “peki” anlamında sallayıp suya girdi.
Deniz sakindi. Miskin dalgaları ufuk çizgisinde kırmızıya çalan gökyüzü ile birleşiyordu. Bakışlarım bir süre bu görüntüye takılı kaldı. Onu denize ilk getirdiğimde Halil’de bu görüntüye takılmıştı, tabi o benden daha enerjikti. Gözleri, ağzı ardına kadar açık “baba, bu ne” diye bağırmıştı. Öğle vaktiydi, güneş gözlerimi alıyordu ama kısık gözlerimin arkasından yüzüne oturan o şaşkın ifadeyi seçebiliyordum. Onu kaldırıp “deniz” diye cevap vermiştim. Deniz çok hoşuna gitmişti. Öte yandan kumları o kadar da sevmemişti. Kumdan kale yapmak ona sıkıcı gelmişti, bir an önce suya girmek istiyordu.
Kollarında mavi-yeşil kollukları ile o günün tamamını suda geçirmişti. En sonunda dayanamamış, akşam üstü onu sudan çıkartmıştım. Hava gene sıcak esiyor, üşütmüyordu. Havlusunu kaldırıp sirkelediğimde bütün kumları gözüme kaçtı. Ardından havluyu alıp Halil’i kurulamaya başladı. Kurularken güneşten kızarmış yüzünü ovuşturup “baba” dedi, “deniz ne kadar büyük? Havluyu omuzlarına sarıp “çok büyük değil” diye cevap verdim. Kendi havlumun kumlarını sirkeleyip belime sararken “nereden biliyorsun” diye devam etti. Gözüme giren saçlarımı elimle düzelttim, sonra aynı elimle ufku gösterip “yüzdüm, en sonuna kadar gittim” dedim. İyicene pancara dönen yüzü birden aydınlandı, heyecanla “hepsini mi yüzdün” diye sordu, “hepsini” dedim. Onu omuzlarındaki havluya iyicene sarıp kumların üzerinden kaldırdım, birlikte arabaya doğru yürümeye başladık. Yürürken bana “peki sonunda ne vardı?” diye sordu, “kum var” dedim. Onu arabanın ön koltuğuna indirdim, kemerini bağlayıp koltuğu alçalttım. Ben yerime oturamadan uyuya kalmıştı.
“Hepsini mi” diyen sesini hatırladım, gülümsedim. Gerçekten de çok hızlı büyüyordu. Artık köpekleme yüzmüyor, uzun kulaçlar atıyordu. Kumda oynamayı hala sevmiyor, denize girdi mi çıkmak bilmiyordu. Düşünmelere dalan gözlerimi ufuktan alıp ovuşturdum. Uzun süre açık tuttuğum için sulanmıştılar. Aynı anda havlunun üzerinden kalkıp kulağımda Halil’in küçüklüğü, denize ilerlemeye başladım.
Ayaklarım ıslak kumlara geldiğinde fark ettim, Halil görünürde yoktu. Kaşlarım istemeden çatıldılar, “belki de suya dalmıştır” diye düşündüm. Sudan çıkmasını bekledim. İçimde bir sıkıntı vardı, “Halil” diye bağırdım. Cevap gelmedi. Balıklama suya daldım. Halil çok dalmaz, bir iki kere suyun altında dolanır oyalanmadan su yüzüne çıkardı. Nefesimi tutup bir kere daha suya daldım. Suyun altında da yoktu. Tedirgindim, sudan çıkıp bir daha “Halil” diye bağırdım. Belki açılmıştır diye kafamı kaldırınca onu gördüm, ufka doğru kulaç atıyordu. Derin bir “oh” çektim. Pezevenk ödümü patlatmıştı. Ona doğru bağırıp el salladım, bir saniye sonra dönüp bana baktı. Ellerimle “çok açıldın gel geri” demeye çalıştım. Bir saniye durup bana baktı, sonra ufka doğru yüzmeye devam etti. Ufukta bir nokta olmuştu. Tedirginliğim geriye geldi, suya dalıp peşinden yüzmeye başladım. Kulağıma bebekliğinde ağlama sesi geliyordu.
Gözlerimi açtım ve derin bir nefes aldım. Baş ucu saati sabahın üçünü gösteriyordu. Sırt üstü yatıp yorganı üstümden kaldırdım. Terliyordum. Apartmanın kaloriferleri kafalarına göre çalışmayı adet edinmiştiler. Elimle alnımdaki teri sildim, yatakta doğrulup yüzümü ovuşturdum. Karım yanımda uyuyordu, oğlum beşiğinde ağlıyordu. Yataktan kalkıp ağlayan oğlumla ilgilenmeye gittim, karımı uykusuyla baş başa bıraktım.
Halil beşiğinde terlemiş, sırılsıklam olmuştu. Üstündekileri çıkartıp daha ince şeyler giydirdim. Uyuması için bacağımda salladım. Ev sıcaktı, ısınmıştı. Ardımdan karım da bu sıcağa uyandı, çocuğun odasına girip “ev cehennem gibi” dedi, terden nemlenmiş saçlarını düzeltip yanıma, Halil’in beşiğinin başına oturdu. Gözlerimi Halil’in küçük ellerindeki minik parmaklardan ayırmadan fısıldayarak karıma “rüya gördün mü” diye sordum. Elini saçlarıma daldırıp kafamı kaşıyarak, “hatırlamıyorum, sen gördün mü” diye sordu. Elimle yüzümü ovuşturdum, “hatırlamıyorum” dedim. Elini saçımdan çekip arkamdan bana sarıldı, fısıldayarak “ben yatıyorum” dedi. Odadan çıkıp yatağına döndü. Ben ise Halil’in küçük, arada bir birşeyleri tutmak istermişcesine boşluğa saldıran ellerini izlemeye devam ettim.
Ne rüya gördüğünü merak ediyordum, onun yaşındayken gördüğüm rüyaları hatırlamayı istiyordum. Artık rüyalarım çocukluğumdaki gibi değildiler, fazla gerçektiler. Bu beni rahatsız ediyordu, neyse ki çok geçmeden unutuyordum onları. Acaba Halil’de benim gibi rüyalarını unutacak mıydı? Ev titremesi duran kaloriferler ile iyicene sessizleşti. Küçük ince battaniyeyi Halil’in üstüne örtüp parmaklarımın ucunda odasından çıktım.
Odama girip üstümdeki fazlalıkları çıkarttım, dolabı açıp raflardan birine sertçe tıkaladım. Elim rafın arkasında sert bir şeye çarptı, uzanıp rafın arkasından çekip çıkarttım. Küçük mavi-yeşil plastik bir kovaya benziyordu. Daha iyi görebilmek için odanın ışığını yaktım. Karım yattığı yerden “kapat şunu” diye homurdandı. Homurdanmasına aldırış etmeden “Aynur, bak ne buldum” dedim. Gözlerini aralayıp elimdeki kovaya baktı, sonra tekrar gözlerini kapayıp “annem Halil’e gönderdi, mayoyla kolluk da var” dedi. Kova tanıdık gelmişti ama çıkaramıyordum. Geriye yerine koydum, ışığı kapatıp yatağa girdim. Terim soğumuştu, yatak sıcaktı. Yavaşça Aynur’a sarılıp gözlerimi kapadım. Arkasını dönmeden “tatlı rüyalar” dedi. “Sana da” dedim.

--- 0317090032 Ali Yörükoğlu


(Her şey bir yana, bu öykü yazmadan önce daha cazip gelmişti bana…)