Başımı öne eğip “ne deseniz haklısınız” dedim. Utanıyor, suçluluk duyuyordum. Yetmiyordu. Patron bağırdıkça bağırıyor, coştukça coşuyordu. Sinirden yüzüne kan vurmuş, suratı pancara dönmüştü. Gene de beni azarlamayı bırakmadı, “ne biçim komedyensin sen, milleti resmen uyuttun be” diye sesini yükseltip kudururcasına etrafa tükürük saçmaya başladı. Bir şey diyemiyor susuyordum. Ben sustukça da patron konuşuyordu. En nihayetinde sinirden kontrol edemediği salyalarını silip kan ter içinde “evladım gel sana başka bir iş verelim, beceremiyorsun sen güldürmeyi” diyince dayanamadım, “başka bir işte çalışmam” diye karşılık verdim. Dilim kopaydı, vermez olaydım. Çıkışmam üzerine adamın yüzü bir kat daha kızardı, “bal gibi de çalışacaksın lan! Adam olana kadar kulise dikiyorum seni, anladın mı? Şimdi defol git adamın asabını bozma” diyerek beni odasından dışarıya kovdu. Doğrusu canım çok sıkılmıştı bu işe, sıkılmıştı ama belli etmiyordum. Daha fazla ses etmeden odadan çıkıp sirkin meydanında volta atmaya başladım. Kendi kendime “bu işte de dikiş tutturamadık” diye söylendim. Çok kolay pes ediyormuşum gibi hissetmeye başlamıştım. Hâlbuki o sefer kendimden ne kadar de emindim…
Oraya, sahneye çıkıp dikilmiştim. Karşımda dev bir gölge, tek bir çıt bile çıkartmadan gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Gülemiyor, konuşamıyordum. Üşümüş gibi titriyordum. Sonra ağzımdan benim olmayan, zayıf bir ses çıkıp çadırda yankılandı. Orada dikiliyordum, kimse gülmüyordu.
Meydanda, yere çöküp bunları düşündüm. Nerede yanlış yaptığımı, neden yapamadığımı sordum kendime. Daha çok bir başkasının bana cevap vermesini bekler gibiydim. Etraf karavanlar, çadırlarla doluydu. Rengârenk çadırlar, kahverengi karavanlar. Aralarından bana nerede hata yaptığımı söyleyebilecek birinin çıkmasını, beni oturduğum yerden kaldırıp “bak şurada şöyle yapacaksın” demesini istedim. Bekliyordum, kimse çıkmıyordu. Öğle vakti etraf sıcak olunca herkes ya çadırına ya da karavanına kapanırdı. Boş sirk meydanına çöken sessizliğin altında, aklıma belki de hayatımın en alakasız, en saçma fikir geldi. Doğrulup büyük, siyah karavanlardan birinin kapısını çaldım. Kapı aralandı, arkasından yaşlı bir ses ters bir ifade ile “kimsin, ne istiyorsun” diye sordu. Sanki kimsenin duymasını istemiyormuşum gibi hafifçe fısıldayarak “benim, Emre” dedim, “falıma bakmanı istiyorum.
Aralık kapı yavaşça açılıp arkasından sirkin falcısı aynı ters sesiyle “gel, içeri geç” deyince kapının ufak basamaklarını tırmanıp karavana girdim. İçerisi diğer karavanlar kadar dar değildi, fazladan bir masayı alacak kadar yer vardı. Üstüne bir de etrafa hoş bir saman kokusu sinmişti. Geçip masanın bir ucuna oturdum, etrafı incelemeye başladım. Falcı kadın karşıma oturup bana “neden fal baktırmak istiyorsun” diye sordu. Onu tanımıyordum. Beş senedir bu sirkte çalışıyordum ama kadının adını bile bilmiyordum. Beni biraz irkiltiyordu. Ona sakince “patron beni sahneden aldı, kendimi boşlukta hissediyorum” diye cevap verdim. Güldü. Küçük, tek vuruşluk bir kahkaha attı. Kaşlarımı çatıp, “neden gülüyorsun” diye sordum. Ben böyle sorunca şaşırmış bir ifadeyle yüzüme bakıp, “ben senin insanları güldürmek istediğini zannediyordum, nasıl bir komedyensin sen” diye karşılık verdi. Çok güzel yakalamıştı beni, cevap verememiştim. Onun yerine kaşlarımı çatmaya devam ederek sağ elimi uzattım. “Al bak, ne gördüğünü söyle” dedim. Kollarını eski ahşap masanın üzerine yaslayıp elime bakmadan bana “sen neden komedyen oldun onu söylesene” dedi. Ne biçim bir falcıydı bu? Elimi çekmeden “ne yapacaksın” diye sordum. “Merak ettim” dedi. Oturduğum küçük tahta taburede biraz doğrulup “insanları güldürmek için” dedim. Sırıttı, koca burnunu çekip sivri çenesini kaşıdı. Elimi tutup kendine doğru çekti, bir yandan da “ne diye elalemi güldürmek istiyorsun” diye sorarak küçük sorgulamasına devam etti. İçimden “amma da meraklı kadınmışsın” diye geçirdim. Bir süre sessiz kalınca gören tek gözünü yüzüme çevirip bir kaş hareketi ile tekrar “neden” diye sordu, “yani ne oluyor insanlar gülünce? Bir süre düşündüm. Güzel soruydu, çok da güzel sorulmuştu. Sahiden, ne oluyordu insanlar gülünce?
Hayal ettim. Sahneyi çevreleyen soğuk karanlığın birden ısındığını, kahkahalar ile aydınlandığını hayal ettim. Utancımın, korkumun eridiğini hayal ettim. İşte bana bunlar oluyordu insanlar gülünce, ama bunu nasıl anlatırdım ki? Bunların yerine ağzımdan soğuk bir “bilmiyorum” çıkarttım, ardından da elimi geriye çektim. Falcı elimi neden geriye çektiğimi sormadı, onun yerine kalkıp karavanını ikiye ayıran koyu mor perdenin arkasına geçti. Yatağının ayakucunda duran sandığı açıp içinden deri bir maske çıkarttı, sandığını kapattı. Masaya geriye dönüp karşıma oturdu. Sırıtmaya devam etti. Bir kaç saniye yüzünde bu ifade ile bana baktıktan sonra maskeyi bana uzatıp “al, bu artık senin” dedi. Eski püskü, kahverengi bir maskeydi. Yüzün sadece üst kısmını kapatıyordu, iri göz deliklerinin üstünde ukala bir ifade vardı. Falcı, “rahmetli dedemin maskesiydi, ondan bana kadar kalmış ben de şimdi sana devrediyorum” diye konuşmasına devam etti. Kafamı “evet” anlamında sallayıp “iyi güzel de, ben palyaço değilim ki teyzecim. Komedyenim ben, sahnede maske takmam” dedim. Dediklerimi duymamış gibi “iyidir, sen de palyaço oluverirsin. Bir de o türlü güldürmeyi deneyiver” dedi. Alnımı kırıştırıp, “peki denerim de patron sahneye çıkmamı yasak etti” dedim. Ayağa kalkıp “maskeyi takıp kaçak çık, kimse bir şey anlamaz” dedi, sonra karavanın kapısına doğru ilerledi. Elimde maske ile yerimden kalkıp onu takip ettim. Eşikten geçip dışarı çıkarken arkamdan “o maskeyi iyi sakla, çok işine yarayacak” diye ekledi. Adımlarımı kesmeden “tamam” dedim. Küçük basamakları indikten sonra kafama dank etti, kadının adını bilmiyordum. Arkamı dönüp “teyze senin adın neydi” diye sordum. Bir şey söylemedi. Onun yerine cevap olarak küçük, tek vuruşluk bir kahkaha atıp kapıyı yüzüme kapattı. Kısa bir süre için kapıya baktıktan sonra boş verdim. Kadın deliydi işte. Adından bana ne?
Sirk haftanın beş günü gösteri yapıyor, iki günü dinleniyordu. Cuma akşamları da gösteriler diğer akşamlara göre biraz daha uzar, en son da gösteri meydanına hep palyaçolar çıkardı. Patron da anonsları uzun tutmayı sevdiği için çaktırmadan palyaçoların malzeme dolabına saklanmakta çok zorlanmadım. Yedek kostümlerden arta kalan bir iki parçayı giyip maskeyi de taktıktan sonra dolaptan çıkıp gecenin son gösterisi için palyaçoların arasına karıştım. Meydana çıkana kadar kimse beni fark etmemişti, çıktığımda ise herkesin gözü bendeydi. İlk beş saniye, beyaz suratlı kırmızı burunlu altı adamın arasında kahverengi deri maske ile oluşturduğum bu tezat görüntü etrafa sessiz, gergin bir hava yaymıştı. Sonra… Sonra kahkahalar gelmeye başladı. Karanlığın arasından, palyaçolardan dalga dalga geliyordu. Daha kolumu bile oynatmamıştım. Korkmadım, yadırgamadım, çölde vaha bulmuş biri gibi kendimi bıraktım. Meydanın sınırına yaklaştıkça kahkahalar artıyordu. O an kısa da sürse, mutluydum.
Kısa sürmüştü çünkü kafamı kurcalayan son bir şey kalmıştı. Karavanımda, aynanın karşısında otururken kafamda sürekli aynı soru dönüp duruyordu; artık maskeyi çıkartamayacak mıydım? Patron gelip beni kutlamış, daha çok gösteriye çıkmamı istemişti. Her gece maskeyle sahnede olacaktım ama kimse yüzümü göremeyecekti, sahneye çıkan ben olmayacaktım. Aslında komikti bu durum. Kara mizah vardı içinde. Aynanın karşısında kendi kendime güldüm. Sonra aklıma falcının sorusu geldi, “Ne oluyordu insanlar gülünce? Susup düşündüm. Aklıma bir cevap gelmedi, ben de maskeyi takıp tekrar aynaya baktım. Gülünce sini daha bilmiyordum ama gülmeyince si aklımdan çıkmıyordu. Soğuk, karanlıktı. Hatırlayınca titreyip ürperdim. Gülsünlerdi işte, ne fark ederdi sahnedekinin kim olduğu? Aynanın başında kalkıp yüzümde maske ile yatağıma uzandım. Ellerim başımın arkasında, tavana karşı biraz daha güldüm. Hem her şey bir yana, kime nasip olurdu ki eski suratın yerine yeni bir surat takmak bu dünyada.
--0317090032 Ali Yörükoğlu
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
1 yorum:
devam et arkadaşım :)
Yorum Gönder