Can ayağa kalkıp gerindi. Saatine baktı. Yarım saat! Yarım saattir otobüsü bekliyordu. Her sabah otobüse yetişmeye erkenden kalkıyordu. Yarım bırakılmış bir rüya. Üstelik güzel de bir rüyaydı. Ne idüğü belirsiz karman çorman bir kâbus değildi. Ayıptı bu otobüsün yaptığı. Onun için rüyasından vazgeçmiş biri vardı burada. Gerçi rüya kurmanın pek bir olayı da kalmamıştı ya. Can gitti, durağın kenarına yaslandı. Tek başınaydı. Bu saatte işe bir tek o mu gidiyordu? Bir tek o mu çalışıyordu o gün? Belki de bütün mahalle otobüs şoförü ile anlaşıp ondan gizli, gün doğmadan giyinip gitmişti. Olamaz mıydı? Olabilirdi. Hatta kesin böyle olmuştu. Kesin kaçırmıştı otobüsü. Otobüs şoförü de kesin kıl oluyordu ona. Her sabah tip tip bakıyordu ona. İğrenç terli herif. Can’ın ona koktuğunu söyleyesi vardı ama bunu yapmaya kaba tarafı yemiyordu. O zaman kesin almazdı onu otobüse. Ya da ne bileyim, kesin kağnı gibi kullanırdı otobüsü de her sabah geç bırakırdı onu. Can sıkıldı. Sıkıcı bir durumdaydı. Hiç sabırlı biri değildi. Çocukluğunun uykuları da böyle okul servisini beklemeye zehir olmuştu. Bir ömür, otobüstü, servisti beklemek her insanın kaderiydi anlaşılan. Bari güzel bir yerlere gitselerdi. Şöyle yolun beş on dakikasını denize nazır geçirseydi. Güzel olurdu kesin. Hatta bütün bu sabahları kangren olanlar toplansalar da otobüsü kaçırıp deniz kenarında işi assalar bir gün. Okuldayken olurdu öyle, hoca gelmezdi ders düşerdi. Bütün çocuklar da sürtmeye maç yapmaya dağılırdı. Tabi o Allahın belası okul servisi Can’ı alır eve bırakırdı. Bilerek anasının nikâhındaki okula kaydettirmiştiler çocuğu resmen. Servisten indiği gibi odaya tıkılıp ders çalışmak? Ulan hava güzel, bok mu var evde oturup ders çalışacak. Hem ders ne? Ders mi bu allahını seversen, ezber oğlu ezber, çocuk yaşta hayattan bezdim! Can’ın çocukken de böyle şeyler söyleyesi vardı ama o zamanlar da yemiyordu bir tarafları. Tam bu kelimeleri toparlayana kadar da zaten kendini kaybetmişti. Bir rüzgâr esti, sonra güneş açtı. Güzel hava. Can kendi kendine patrona ayıp olacak diye içinden veryansın etti.
Telefon etmeli miydi? Geç kalacağını söylese haber verse fena olmazdı. Arardı, önce bir “merhaba” derdi. Hemen ardından da bir “nasılsınız” veya “iyi günler” der, kısa kesip sadede gelmesi istenince de geç kalacağını söylerdi. Sonra kesin bir “neden” sorusu gelecekti. “Neden geç kalacaksınız” diyecekti karşı taraf. Bilecekti de ne olacaktı? Kimin neden geç kaldığının şeceresini mi tutuyordu bu karşı taraf. Orada bir “sana ne” demek geliyordu içinden. Orada bu kadar saçma bir soru sorduğu için karşı tarafa teşekkür etmesi gerekiyordu. Ama yok, gene ayıp olurdu. Ayıp olmasın diye bu insan, bir ömür resmen savaş vermişti. “Ayıp” kelimesi, ağza alındı mı suratlar ekşirdi. Ağızlara tokatlar indirilirdi. Hoş, eşek kadar olmuştu. Bu saatten sonra kimsenin gelip de ağzına vuracağı yoktu. Doğru konuş denebilirdi en fazla. Biri sana nasıl konuşacağını söyleyince, sen mi konuşmuş oluyordun? Can gitti, durağın koltuğuna geri oturdu. Bu mantıkla yola çıkarsa, daha önce hiç konuşmuş muydu? Mutlaka konuşmuştu. Bir ömür susmaya kimse dayanamazdı. İnsanlıktan çıkardı. Peki, şu an insan mıydı? Belki de rüyadaydı? Yok, rüyada değildi. Olsaydı anlardı herhalde. E neydi o zaman? Koca bir saati zerre iş düşünmeden geçmiş biriydi. Boşa mesai harcamıştı. Böyle adamı seven olmaz. Kafayı başka bir hayat ile doldurmak gerek. Kafayı başkalarına emanet etmek gerek. Acep terli şoför bey de kafasını birine emanet etmiş midir? Can merak etti, zaten adamın hiç konuştuğu da olmuyordu. Et torbası gibi bir şeydi. Hiç tepki yok. Sıfır. Böyle şeyler insanı yoruyor. Hele sabahları… Can bu düşüncelerden sıkıldı. Bir yere götürmüyordular onu. Hele bu saatten sonra, çok zordu bunlar ile bir yerlere gitmesi. Caddenin başından bir kükreme duyuldu. Ardından süspansiyonların tıslamaları geldi. Otobüs, bir saate beş kala bir süre gecikmişti. Yuhtu ama. Hala sallanıyordu şoför efendi. “Bas ulan şu gaza” demek istedi Can. Akabinde binerken otobüse şoföre dönüp de “kaptan, bırak bu gün rotayı falan da şöyle Rumeli’yi falan bir gezelim” demek istedi. Adamın aklına girip de sokaktan milleti toplattırmayı, sonra hep beraber otobüsü kırlara sürdürtmeyi istedi. Bir otuz kişi öyle uzaklarda hiç söyleyemedikleri şeyleri söyleselerdi, sonra bunu haftada bir yapmayı adet edinselerdi. Kafalarının gazları alınırdı da rahatlardılar. Şoför ile göz göze geldi, ağzını açtı, sonra tekrar kapadı. Ses etmeden yerine geçti. “Deli” derdi ona, emindi. Çok ısrar ederse de “ayıp kardeşim şimdi elalemi de işinden gücünden etmeyelim” diye ikna etmeye çalışırdı onu. Böyle olmasa bile “ayıp” kelimesi mutlak geçerdi lafın içinde. Bir yol boyu, bu düşüncelerin suçluluğu sindi Can’ın üzerine. İsmiyle paralel bir kelime oyunu yapası geldi kendine. Otobüs boştu ama o gene de utandı.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder